Kolektif Bilinç

FB_IMG_1554392566668               SANAT  TARİHİNDE FELSEFE ve PSİKOLOJİ YOLUYLA KOLEKTİF BİLİNÇ

 Sanatçı adayları için imgesel çalışmalarında yararlı olacak özet-kaynak bilgiler

     Nurşen Görseldil Görşen- Kaynak: Paul Ricoeur – Jean-Pierre Charıgeux: Neden Nasıl Düşünürüz                                                                                                                    Etik, İnsan Doğası ve Beyin Üzerine Bir Tartışma- İnternet

 

Yaratıcı evrenin doğal akışı bizi düşünmeye, keşfetmeye, gelişmeye zorlar. İnsanlığın dogmalara/olduğu gibi benimsenen verilere tutunmasıyla, yetersiz bilincimizin yansımaları,düşünceyi yasaklama yoluyla gelişim önlenmeye çalışılır. Artan Bilimsel gelişmelerle insan düşüncesini belli kalıplar içinde tutuklanması artık kolay değildir. Kitleler kurulu düzene baş kaldırma surecine giriyor, bu hareketlerle birlikte insanlık kolektif bilinç gelişimini sürdürüyor…

Chris Hedges- video-‘Direnmenin bedeli’: https://www.youtube.com/watch?v=zyo3GXI1tYc

Kolektif bilinç sürdürülebilir yaşamlar için toplumsal bilinçaltıdır, kişinin kendi bilinçaltının yanı sıra toplumun da bir bilinçaltı olduğunu ileri süren kavramdır.(Carl Gustav Jung) Evrenin bir parçası olan insanoğlu, canlı ve cansız her madde bilgi enerjisi içerir. Bilginin kaynağı evrenin kolektif şuurudur. Dünya hızla kozmik değişim sürecine girerken, yarın karşılaşacağımız değişimler hayallerimizin de ötesinde olacak.

Her toplumun kendi dinamikleri, kültürel edimleri, direniş pratikleri farklıdır. İnsanlığın öz eleştiriye, kendini sürekli olarak sorgulamaya ihtiyacı vardır. Bunu duyumlar yoluyla yapar. Duyumların yorumlanması, anlamlı hale getirilmesi ve kavranması sürecine algılama adı verilir. Birey algılarında toplumun iyi, güzel ve ideal olarak kabul ettiği düzeye erişmek ister. Toplumsal yaşamda oluşan değerlerimiz sosyal çevremiz ile genellikle uyum göstermek ve paylaşılan ortak değerler, kazanımlar olarak ortaya çıkar ki bu da ortak kültürün oluşmasına yardımcı olur. Kolektif bilinç toplumsal zihin döngüsü yaratarak, farklı görüşlere sahip kişilerin genel grubun inançlarına uymasını da teşvik eder. Sosyal tutumlarla doğrudan deneyim, pekiştirme, taklit ile kendini denetlemeye eğilimli, dili ve esrarı aynı kültürde kişiler yaratır. Özetle, dünyamızın çevreyle ilgili, ekonomik ve sosyal boyutta ciddi değişimin içinde olduğu günümüzde karşı karşıya olduğumuz karmaşık problemlerin çözümünde, sürdürülebilir yaşamlar için ortak akıl kullanmamız şart.

http://www.filozof.net/Turkce/felsefe/sosyoloji/738-kollektif-bilinc-nedir-kollektif-bilinc-ne-demektir-kollektif-bilinc-kavrami-durkheim-kollektif-bilinc-ziya-gokalp-islam-toplumunda-kollektif-bilinc.html

Birey olarak sanat, güzellik, adalet, yaşam nedir vb. sorularda bilgimiz eksikse kavramlarımız oradan oraya savrulur. Ortak akılın sunduğu hazır reçeteler, aklımızın çevresi ile ilişkisinden doğan önemli şeyleri açıklayamaz. Bu durumlarda farklı disiplinlerden farklı bakış açılarına sahip insanların çözümleri bizlere referans yaratır. Yaşam Rehberi yaptığımız düşünce ve inanışlarımız üslubumuzu, kimliğimizi oluşturur. Akıl olmadan vicdan yanılabilir ve genel-geçer yargılarımızda kavram/anlam kargaşası yaşamamak için her zaman akıl ve bilimi referans alalım. Çünkü Bilimde kesin doğrunun tanımı yoktur. Mutlak doğru da yoktur, teoriler vardır, daha iyisi bulunduğunda önceki yıkılır. Kendi sınırları içinde her disiplin doğru ve yanlış önermelerle karşılaşabilir. Ahlak, moral değerler yeniden üretilen şeylerdir ve ne kadar çok aklımıza ve insanlarla olan uyumlu ilişkimize dayandırırsak o kadar faydalı sonuçlar elde ederiz. Onun için çelişkili varsayımlarda ‘Uluslararası kabul görmüş standartlara, hakemli bilimsel dergilere ve Bilim Kurullarına’ ihtiyaç duyulur.

Mutlak hakikat veya doğruyu bulduğunu iddia eden sistemde baskı vardır, zulüm vardır, insan hakları olamaz. (Bakınız, Hitler Almanyası, SSCB, Suudi Arabistan, İran, Taliban Afganistan’ı vb.) Zaten ‘mutlak doğru’yu bulmuşlar, sizin düşünmenize gerek yok; onlar söyler, siz yaparsınız. Aklımızın üretmediği hazır reçeteleri, dilden dile aktarılmış birçok atasözümüzde bile varlığını sürdüren içi boşaltılmış söylemleri sorgulayalım. “hayatın amacının ‘mutlu’ olmak olduğuna inanmam. Bence hayatın amacı yararlı, sorumu ve şefkatli olmaktır. En önemlisi fark yaratmaktır; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek, yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmektir.”-Leo C. Rosten.

Biat kültürüyle bilgiden beslenmeyen idealize edilmiş duygusal dışavurumla paydaş arayanlar karşısında, yurttaş olduğumuz bilinciyle aklımıza danışalım. Kısaca, sistemin öğretilerini bilelim ama yaşamın öğrettiklerini paylaşalım. AB, ABD, Japonya gibi bütün gelişmiş ülkelerde yol gösterici bilimdir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te aynı yolu göstermiş (Varlık nedenimiz, yaşam felsefemiz) düsturlarından “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” söylemi bunu açıklar.

“Toplumsal bellekte, bir akademisyen, bir gazeteci, bir sanatçı… kolay yetişmez! Örneğin Cumhuriyet döneminde birçok düşünür….Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Aziz Nesin’in de Sivas’ta 34 üncü can olarak yanmasını arzulayan söylemler tarihte not düşülüdür.

                                            ‘Düşünüyorum öyleyse vurun’ –yazar: ilhan Selçuk

Hitler’in konuşmaları, Kuzey Kore liderinin ağlama mangaları oluşturtmaya dair şizoid/sosyal ilişkilerde geri duran tutumu, Türkmenistan devlet başkanının dağlara adını yazdırma emirleri simgesel dilin/büyüsel olan örgütlü yapılandırmalarla tabusal olanın putlaştırılmasını talep ettiğini gösterir örneklerdir. Hitler’den beri modernist diktatörlerin bilgi kirliliği, çarpıtma, şiddet ve yalan söylemi üzerinden işler. Feodalite meşru temellerini kölelikten alır ve kutsama kültü kölelerinin nihai arzusu özgür kalmak değildir. O’nun tüm talepleri mevcut yaşama koşullarının iyileştirilmesi doğrultusundaki bir ruh ehilleşmesi şeklinde gelişir. Tarihsellik ve toplum ruhsallığı içinde, ‘her Türk asker doğar’ şiarıyla, katletmeye yönelik eli sopalı, palalı iktidar milislerinin bu gönüllü köleliğin neferleri olmayı nasıl içselleştirdiğini değerlendirmek mümkündür. ”

                                          ‘Cumhuriyet ya da birey olmak’ –yazar: Mehmet Ali Kılıçbay

Ölçülebileni ölçelim, ölçülemeyeni ölçülebilir yapalım. Yani hangi yoldan gideceğimize karar verirken “ölç biç tart, ondan sonra yolunu seç” anlamında araştırarak, çaba göstererek ilerleyelim. Temel ve genelmiş gibi gösterilen toplumsal sözleşmelerde, önsel verilerin yanlışlaşabilir önsel verilerini, önyargı/dogmaları ayırt edebilelim.

 

Sanat, felsefe ve insan psikolojisine baktığımızda bu disiplinlerin birbirleriyle ilişkili olduğunu görürüz. Felsefe ve sanatın amaç ve yönelişleri bakımından benzerlikleri vardır, her ikisi de doğayı ve insanı konu edinir. Tin/zihin üstüne savlar öne süren, tartışma yapan ve kanıt yarıştıranlar hep filozoflar olmuştur. İnsanı anlamaya yorumlamaya çalışırlar. Bu yüzden her ikisinde de yaratıcılık söz konusudur ve ‘sanat felsefesi’ sanat tarafından yaratılan güzelliği araştıran bir felsefe türü olarak ortaya çıkar. Sanat nesnesinin temel direği kurgu olduğu için kurgulama eylemini anlamak; algımızı anlamlandıran akıl süreçlerini anlamamızla gerçekleşir. Türk Dil Kurumu sözlüğü kurgu için, “parçaları birleştirerek bir bütün oluşturma işidir” der. Sanat eserinin kurgusu, algıyı anlamlandırmak ile mümkün olabilir. Hatırlama, hayal etme ve geleceği düşünme ile mümkün olabilecek insana özgü bir davranış/bir eylemdir kurgu. Filozoflar “felsefe” sözcüğünün tanımında hala aralarında anlaşamıyorlar. Bilişsel sinir bilimlerinin amacının, yapı ile fonksiyon arasında anlamlı bir denklik ilişkisi kurmaktır denir fakat en yalın fonksiyonlardan uzaklaşıldıkça anlamda karışıklık ve kaymalar olabilir. Örneğin zamanın derinliğine ilişkin bir his uyanıyor mu içimizde? İşte o anda, Aristoteles’in ‘zamana ait’ dediği belleğin özgül yönelimselliği kendini dışa vurur. Bu karmaşanın “mevcut olmayanın mevcudiyeti” (daha önce olmuş olanın şimdi var olması) duygusunda, meydana gelmiş olan olaydan etkilenmiş bir bilincin önceki edilginliği duygusu da içerilmiş bulunur. Bellek bu ilk edilginliğin sadece maddesel değil fenomenal /görüntüsel izini, olayın tesiriyle oluşan, dikkatin ve varlığın yaşanmış izini korur. Bu başlangıç edilginliğinin beyan edici bellek düzeyindeki ifadesi o zaman, normal konuşmadaki anlamda, mahkemedeki tanıklık ya da tarihçinin arşivi olur. Birisi şöyle der: “Ben oradaydım, ister inanın ister inanmayın. İnanmıyorsanız tek alternatifiniz başka bir tanık bulmak, ama onun tanıklığı da benimkinden iyi olmayacaktır.” Burada belleğin güvenilirliği işin içine girer. O zaman, olayın ve ‘damga’sının bıraktığı iz duygusuyla nörona kazınmış izin bir belirtme içinde olduğunu söylemek gerekir. Anıların kodlanma, depolanma ve çağrılmasının üç ayrı süreç olduğunu öne süren Kanadalı araştırmacı E. Tulving. Belleğin kültürel aracılığı yazı metaforuna/mecaza yeni bir bağlam verir ki, bu artık beyin ya da öznenin olaydan etkilenen varlığı değil bedenden ayrı maddesel bir taşıyıcı oluyor; yazının ve özel olarak fonetik yazının- kendisi de, birçok başka biçimlerde (mağara resimleri, vücut ve giysi süslemeleri, yaşam ortamı süslemeleri vb.) karşımıza çıkabilen genel anlamda ‘yazı’ olgusunun gerçekleşiş tarzlarından biri olur. Taşa, kile, ağaca, papirüse veya kâğıda ve bugünlerde bilgisayar disklerine yazılmış veya kaydedilmiş izlerin hepsi, beyinsel belleğimizin -kendisinden daha kalıcı ve kuşaktan kuşağa aktarılabilen- dikkat çekici ilişmiş/protezleridir.

 

Kolektif bilinçte bütünü oluşturma nedenlerini anlamak için öncelikle ilkel/ilk insan davranışlarına bakalım:

Dünyamız kıta Avrupası’nın eski taş çağı/paleolitik döneminde ilkel insan/ilk insan’ın sembolik dünyasında av hayvanlarından sonra gelen en önemli obje; doğurganlığı, üretkenliği, bereketi sembolize eden kadındır. Gelecek kavramı olmayan ve düş zamanında yaşayan ilkel topluluk, kendini üretme içgüdüsüyle, beslenmek, korktuğu hayvanı tanımak için doğayı taklit eder/öykünür. Önce insan yerine hayvanlarla oluşturulan sahneler, bu avcı-toplayıcı topluluklarının antropomorfik düşünce yapısına sahip olduğuna (insan biçimcilik, insanî vasıfların başka bir varlığa atfedilmesi durumu) yani doğayı sosyal terimlerle düşündüğünü gösterir. İnsanın doğa karşısında kendi varlığının dışına çıkarak nesneleri algıladığı ve onlara şekil vererek anlamlar yüklediği düşünce yapısı günümüz insanında da mevcuttur, örneğin hayvanlarla olan ilişkilerimize insani duygu, amaç ve maksatlar yakıştırması gibi. Çocukların cansız nesnelere canlı muamelesi yapıp oyuncaklarla konuşmaları, canlarını yakan kapıyı, masayı dövüp öç almalarına neden olan bu düşünce türüdür.

Yaşamının büyük bir bölümünü mağara duvar sanatını inceleyerek geçiren Rahip Henry Breuil’e göre resimler sosyal yaşantının ilerlemesinde, topluluğun belli bir işe ya da amaca yönlendirilmesinde işlev sahibiydi. Ona göre canlandırılan sahnelerdeki hayvanlar tıpkı günümüz voodoo ayinlerinde olduğu gibi sembolik olarak güçten düşürülüyordu. Böylelikle topluluktaki avcılar kutsanıyor ve motive oluyorlardı.

Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler âlemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte ve iş birliği halinde gerçekleştirir. Asya’nın göçebe halklarında, Türk-Moğol eski kültür tarihi ilkel kavimlerinde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı ve hastaları iyileştirme gücüne sahip olduğu kabul edilen inanışın temelleri gök Tanrı, güneş, yer, su, atalar ve ocak yani ateş kültleriydi. Büyü için gerçekleşen ayinlerde kötü ruhlarla nasıl savaştıklarını anlatan soyut, simgesel davranışlar vardı. Ruhlardan korunmak için maske takar, onları kovmak için dans ederek trans hale geçerlerdi.‘Büyücü Doktor’ olarak adlandırılan Şamanlar, kendilerinin ve topluluk üyelerinin esenliği için geliştirdikleri ve kuşaktan kuşağa devamını sağladıkları olağanüstü kadim tekniklerin koruyucularıydı. Bu arkaik inanç biçimleri ve pratikleri bu günkü sanatsal performans içeren bir doğaçlama biçimi olarak tiyatronun ilkel biçimleri hakkında ve müzik, dans, şiirin ilkel kökenleri hakkında ipuçları verir. İnsanın hayal kurması ve geleceği düşünmesi ile ortaya çıkmış olan sanat çeşitli süreçlerden geçerek bu günkü şeklini almıştır.

Uygarlaşmış dünyamızda kent kültürüne geçilmesiyle birlikte modern görüşler gelişse de, hala ilkel insan toplumlarında olduğu gibi avcılar kutsanır ve ayinler düzenlenir.

https://onedio.com/haber/-hepimiz-biraz-samaniz-dedirten-17-adet-ve-gelenek-440443

’’İlkel toplum insanı için boya elde etmede, belli bir bilgi birikimi gerekiyordu. Bu işe belli vakit ayıran bireyin, hangi rengin hangi maddeden elde edildiğini, o maddelere doğada nasıl ulaşabileceğini ve daha birçok ayrıntıya hâkim olması gerekmekteydi. Mağara resimlerinin hammaddesi olan boyaya ulaşmak, resimlerin duvarlardaki yerini almasını sağlamak hepsi belli zaman ve çaba ile oluşuyordu. Tıpkı alet yapımında olduğu gibi yüksek bir el-göz-beyin koordinasyonu gerektiren resimlerin belli bir ikonografi ile yapılması toplum ya da hâkim olan düşünüş biçiminin resimleri yapan kişilere getirdiği belli kuralların olduğunu düşünmemize neden olur. Doğurganlık üzerinden dinsel üstyapının önemli unsuru olduğu iddia olunan kadın-insan resim ve heykel formlarındaki bireysellik, iletişim amaçlı toplumsal kimliği, düşünceyi iletir. Her biri farklı bir yaşamı, anlayışı ve yorumlamayı anlatan mağaralar geçmişte kalmış kültürlerin imge depoları gibidirler O çağın iletişim sistemidir. Yapılmaları bir hayli zaman almış olan bu resim ve heykellerin yapımları sırasında, toplumun diğer bireylerinin bu sanatçıları beslemiş olması gerekir. Bu nedenle de, sanat ile doğrudan ilgili olan bu kişileri saptanabilen ilk uzmanlar olarak kabul etmek doğru olur.’’ (Arsebük 1995: 103)

(İlk insan neden güneşe taptı, neden yuvarlak mağaralar inşa etti, resimler niçin yapıldı? Büyü, ayin, mit, şaman resim sanatı, yerleşik düzende gelişmeler, Şamanizm hakkında daha ayrıntılı bilgilenmek için okuyalım, niyetleri sorgulayalım, ezberlerimizi kıralım. Kanı ile eleştiri arasındaki ilişkileri deneyimleyerek algıda seçici olalım. Ki, iyi niyet tavrımız olsun, tarzımız olsun, hedefimiz olsun, çizgimiz/duruşumuz olsun, prensiplerimiz olsun, farkımız olsun, düş gücünüz sınırsız, kolektif bilincimizde seçkilerimiz, sınırlarımız olsun.

https://www.youtube.com/watch?v=fWHU531NdL8    –     https://www.youtube.com/watch?v=A_srn9F1ACM

 

SOSYAL VE TOPLUMSAL ALGILANMALAR, ETKİLEŞİMLER konusunda tarafınızdan kabul görebilecek belli disiplinlerin sunduğu referanslara, kolektif bilinç penceresinden gözatalım:

Sosyolojide kolektif bilinç; sosyoloji, insan toplumlarının incelemesinde kullanılan bir terim. Belirli bir grubun tüm üyeleri tarafından paylaşılan bilgi ve inançları ifade eder; bu grup birkaç kişiyi, bir ulus veya bir bütün olarak gezegen nüfusunu kapsar. İnsan toplulukları arasındaki yaşam farklılıklarıyla yarattıkları ritüelleri/ayinle ilgili üyelerin ortak hedefleri, zihinsel, duygusal ve davranışsal tutumlarıyla etkileşip paylaşmalarını sağlar. Kişisel hislerimiz, bir durum veya olay karşısında bireysel tecrübelerimiz ve sosyal çevrenin etkileri ile uyandırılır. Sanat için yapılan kapsamlı düşünce sistemlerini ilk kez eski yunan filozoflarından Aristoteles’te görülür. Aristo sanat ile derinlerdeki gerçekliğe ulaşılabileceğini düşünür. Tanımladığı 5 antik duyumuz ile bireylerin kişiden kişiye değişmeyen algısı gerçekleşir ve kişi istemese de ortak algı gerçekleşir. (Günümüz uygar dünya yaşamlarında insanın 33 duyusu bulundu. Erik Weihenmayer diliyle görebilen adamdır, Türk ressam Eşref Armağan hiç görmediği varlıkların resimlerini yapabilen örnek kişilerdir.

http://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2015/03/150324_vert_fut_duyular
http://www.ruhunyolculugu.com/5-duyu-masal-oldu-yeni-gercek-33-duyumuz-var-t165.0.html

 

Psiko-sosyal açıdan bakıldığında; Kişi, içinde yer aldığı dış çevreye ilişkin izlenimlerinin önemli bir kesitini görme yoluyla oluşturur. Görsel algılama özde biyolojik bir süreç olmakla birlikte bu sürecin işleyişinde psikolojik etkenler etkili olabilmektedir. Duygular kimyasal düzeyin altındaki süreçlerle de ilişkilidir. Bu noktada, görsel anlamda algılama sürecinin gerçekleşebilmesi için bireyin, psikolojik, hatta duygusal yönden de görmeye bilişsel süreçte hazır olması gerekir. Burada John Berger’in “bakmak ve görmek” arasında yaptığı ayrım akla gelir. Birey, çevresini kuşatmış olan renk, biçim ve cisim karmaşası içinde birçok şey görür, ancak onları algısal anlamda görebilmesi için onlara bakması da gerekir. Bireyin neyi nasıl göreceği ve algılayacağı, hangi görüntüleri algılayıp algılayamayacağı, duyusal olarak algıladığı görüntülere ne tür anlamlar ve değerler yükleyeceği, onun bilgi birikimi ve yaşam deneyim alanıyla ilişkilidir/algıda seçicilik. Tıpkı bir manzaraya farklı açılardan, önünden, arkasından baktığımız zaman farklı şeyler görüldüğü gibi, her insanın da aynı olaya tepkisi nereden baktığına ve o anki ruh haline bağlı olarak değişir.

                              BAKMAK BAŞKA, GÖRMEK BAŞKA.  D İ K K A T  EN BAŞTA!

 

Felsefe ve psikoloji alanında kolektif bilinç: Psikolojik açıdan algılar söz konusu olduğunda iş karmaşık hal alır. [Düşünme tamamen zihinsel bir eylemdir. Düşünme kavramı altında yer alan eylemler oldukça geniştir. Düşünüp taşınma, umma, karar verme, imgeleme, hatırlama, merak etme, ölçüp biçme, niyetlenme, inanma, inanmama, derin düşünme, anlama, çıkarım yapma, öngörme, iç gözlem yapma hep düşünme kavramı altında yer alan olgulardır

Zihin Kavramı: Zihin fiziksel olmayan bir şey, daha doğrusu düşünme kapasitesine sahip bir şey. Zihnin üç temel kapasiteye sahip olduğunu söyleyebiliriz; bunlar “biliş” (bilme), “duygulanım” (duygular) ve “istenç” (isteme) olarak sıralanabilir. Zihinsel Olanın Bir İşareti Var Mıdır? Epistemolojik Ölçüt: Dişinizdeki bir çürük nedeniyle şiddetli bir diş ağrısı çektiğinizi düşünün. Dişinizin durumu değil, ama yaşadığınız diş ağrısı zihinsel bir olaydır. Bu ayrımın temeli nedir? Ayrım, iki olgunun bilgisini elde etme yolumuzdaki farklılıktan kaynaklanır: Doğrudan (veya dolaysız) bilgi: Dişinizin ağrıdığını birtakım ipuçlarına dayanarak veya çıkarım yaparak bilmezsiniz.

Bilinç Kavramı: Bilinç zihin felsefesinin tanımlanması en güç kavramlarından biridir. Bilinç kavramını bir örnekle tanımlamak mümkün olabilir. Bir şeye, örneğin şu anda okumakta olduğunuz önünüzdeki açık sayfaya bakıyorsunuz. Hakkınızdaki bazı şeyler tartışılmaz bir şekilde doğrudur; şu anda varsınız, gözleriniz açık ve dikkatinizi bu sayfaya yöneltmişsiniz.

Beyin yapısının olağanüstü karmaşıklığı ve gelişim süreci yetmişli yıllar boyunca moleküler biyolojinin yöntemleriyle incelenebilir oldu. Artık beyni genler tarafından önceden imal edilmiş hazır devrelerden oluşan bir tür bilgisayar gibi düşünmeye neden kalmadı. Tersine, sinir hücreleri arasındaki bağlantılar beynin gelişim süreci boyunca aşamalı olarak kuruluyor ve yeni doğan organizmanın çevresi ve kendisiyle etkileşim süreci tarafından sıkı bir düzenlemeye tabi tutulan deneme ve yanılmalara, yoklama ve sınamalara, seçimlere dayanıyor. –İnternet psikoloji, felsefe dersi notlarından-]

Psikoloji insan davranışlarını düzenleyen algı biçimleri, davranışların yönünü ve nasıl olduğunu tayin eden bir ilişkiler bütünüdür. Jung’cu Ursula K le Quin, politik bilimkurguda başarılı, iktidar ve ideal kavramı konusunda düşünmeye zorlayan ve her iki alternatifi de sunarak herhangi bir dünyayı övme – yerme hatasına düşmemiş bir kadın yazardır, bu kavramı yalın anlatır. ”kolektif bilinç, bir araya getirilmiş tüm küçük egoların en alt ortak paydası için, kültler, itikatlar, hevesler, modalar, statü peşinde koşmalar, alışkanlıklar, başkasından alınan inançlar, reklamlar, popüler kültür, tüm izm’ler, tüm ideolojiler, gerçek paylaşma ve gerçek birlik içermeyen tüm iletişim ve birliktelik biçimlerinden oluşan kitlesel zihin için kullanılan terimdir.” Bireyin bir olayı nasıl algıladığını etkileyen birbiriyle ilişkili birçok olaylar ve nedenleri vardır. Durkheim, kolektif bilincin birey üzerindeki güçlü olumlu ve olumsuz baskılardan kaynaklandığını ileri sürer. Dayatılan bilgi tamamen özümsendiğinde, kişi başkalarının davranışlarına benzer şekilde tepki verecektir. Bu şekilde grubun değerleri bireyin değerleri haline gelir. Bu durum, bireyin doğal eğilimi aksini yapmak olsa bile, yasalar veya ahlaki kurallar gibi sosyal kavramlara uymasını sağlar. Kolektif bilinçte bu gözetilir ki eğitimin en küçük topluluk olan ailede başladığı gerçeğini de unutmamak gerekir. Ailenin benimsediği bilinç çocuğa ebeveynler tarafından aşılanır. Örneklerini kendi yaşamlarımızda gözlemleyebiliriz; örneğin benim küçük bir ege kasabası mahallesinin kuran hocası olan babaannemin, 8 yaşına kadar yanında geçirdiğim suretçe, bildiğini aktaran içselleştirmeleriyle, Ankara’ya yerleşim ve gelişim-bilinçlenme serüvenim ve değişimim olmasaydı bugün bir mahallenin kuran hocasıydım. Banka iş yaşamı, öğretmenlik ve sanat etkinliklerim, öğrenme ediminin her birey için geçerli olan ‘ölene kadar eğitimin sürmesi’ durumları bu günkü algımı, toplumsal duruşumu oluşturdu.

kolektif bilinçte, İnsan üzerinde bırakılan etkiye göre algılama biçimlerinde kültürlere göre farklılaşma görülür, yorumlamalar değişir. Bu farklılaşmalar karşısında nasıl davranacağımızı, antik yunan filozofları iyinin ve güzelin tarifinde açıklar; saygıyla seyredelim. Yani isyan etmeden, sebepleri, niyeti anlamaya çalışalım. Seyrederken anladıklarımızı İNSAN kategorisinde paylaşalım.

mukemmel-illustrasyon-12OFeinsteincb

İnsanı diğer varlıklardan ayıran, sorgulama yetisidir. Filozof Heideger’in ‘Varlık ve Zaman’ kitabında üzerinde durduğu bu konu şöyle ifade edilir: “İnsan doğuştan sıkıntılıdır ve hayatı boyunca da sıkıntılı kalacaktır gibi bir tanımlama ile ‘varoluş‘ adını koyduğu durumda insan öyle bir yaratıktır ki varoluşun yalnızca belli nitelikleri değil, başlı başına kendisi onun için sorunsaldır/çözümü belirsizdir. Çünkü insanlar kendi durumlarıyla bir sorun, ikilem, endişe kaynağı, umut ilkesi, külfet, armağan, yılgı ya da saçmalık olarak yüzleşebilen özgün hayvanlardır.” İnsanın bu durumunun en belirleyici sebebi; kendi varlığının sonluluğunu bilmesi ve ölümün gölgesinde yaşayan tek canlı olmasıyla açıklanabilir. İnsan yaşadığı dünyada acıyla, varlık ve hiçlik sorunuyla, anlamla ya da anlamsızlıkla boğuşurken, hep bildiği şey aslında bu sorgulamaların anlamsızlığında bunalabilir. Yaşamının anlamının ne olduğunu bilse bile insan varlığının sonlu oluşu, aslında her şeyin anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye sebep olur. Ve belki de bütün bu sorgulamalar aslında bu gerçekle karşılaşmayı geciktirmek içindir.

 

İnsanın yaşamının anlamını sorguladığı anlar daha çok kriz dönemlerinde yoğunlaşır. Savaş, kıtlık, afet, katliam durumları, insanların çektikleri acı ve sıkıntılar, varlığının aslında bir hiç mi olduğu sorusuyla baş başa bırakır. Heideger’in ‘Varlık ve Zaman’ kitabında ortaya koyduğu kanıtlar-çıkarımların, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen tarihsel kargaşa döneminde, Jean-Paul Sartre’ın ‘Varlık ve Hiçlik’ kitabının İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında yazılması tesadüf değildir. Savaşlar, ölüm ve yok oluş insan için en katlanılmaz durumlardır çünkü. Nietzsche’nin çok önceden belirttiği gibi insan unutamayan varlıktır. Varoluş sıkıntısı, bellek yükü ve anlamsızlaşan yaşam, varoluşçuluk felsefesinin doğruluğu kesin olmayan sorularına, değersiz bir hayatsal duruma ve anlamsızlığa neden olur.

https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/hayatin%20anlami.pdf

Eagleton, insanın yaşamsal anlam sorgulamalarının yaşam dönemlerine göre değişiklik gösterdiğinden bahseder. bu durum Modern öncesi dönemde insanlar için dinsel inançların bu soruyu tam anlamıyla açıklayabilir olmayışı ve toplumsal pratiklerin daha çözülebilir olmasıyla ilgili olabilir. İlk insan, yaşamının başkalarından farklı bir anlamı olabileceği üzerine düşünmez, din ve mitoloji bilgisini referans alır. Modern dönemde ise, insan hayatına özgü sembolik boyutu aşar. Çünkü modern insanlık durumu, kendi varlığı için yaşamsal olan din, kültür ve cinsellik gibi üç alanı etkilemiştir. Kültürleşme içinde hısım, iktidar, miras, sınıf, mülkiyet ve statü kurumları oluşmuş, din yalnızca kişisel vicdan ve bireysel kurtuluş olmanın dışına çıkarak; devlet iktidarı, kamusal ritüeller ve ulusal ideolojiler sorunu haline gelir. Sahtekâr hocalar, şarlatan bilgeler geleneksel tanrıların dublörlüğünü yaparken, hayatın anlamına rehber olabilecek filozoflar geri plana atılır. Modernizm sonrası dönemde, bilimsel, siyasal, kültürel gelişmelerle ve sanayi devrimiyle birlikte hareketlenen toplumsal değişime eşlik eden zihniyette bilgi gelişimiyle birlikte yaşamın anlamı sorusuda değişir.  Çünkü “Ne kadar insan varsa o kadar çok bakış açısı ve algılama biçimi vardır. Bunu belirleyen, o kişiye ya da olaya dair inançlarımız, duygu ve düşüncelerimiz, yüklediğimiz anlamlardır. Her birimizin kişisel geçmişimizden getirdiğimiz deneyimlerimizle belirlediğimiz duygularımız ve yargılarımız, anlık algılarımızı belirler. Yaşantı biriktirmiş ve sezgilerimizin yordamına güvenmeyi öğrenmişizdir. Örneğin, bir konu, kişi vb ile ilgili bilgimiz ne kadar azsa başkalarının fikirlerini o kadar kolay kabul ederek tipleştirmeye ya da kalıplaştırmaya yönelebiliriz. İyi tanıdığımız konu vb. kişiler hakkında kalıp yargı geliştirmeye ihtiyacımız olmaz.”

http://web.itu.edu.tr/~bulu/favorite_books_files/dusunce_tarihi_v01.pdf  6-9

 

Metafizik alanda: Metafizik, düşünce yapımızın ötesinde fiziğin anlamlandıramadığı bir sözcük, doğa ötesi anlamına gelir. Aynı zamanda bir felsefi düşünceyi ifade eder. Bazı şeylerin doğaüstü güçlerce, fizik ötesi kaynaklarca yönetildiğini ortaya koyar. Din ile de ilişkilendirilir. İnsanlık tarihi boyunca dinsel düşünme tarzları, evrensel hedefli bir ahlakın önerebileceği ilkelerle çelişerek çıkar çatışmalarına, savaşlara neden olmuştur. Gezegenimizin dört bucağında din savaşlarını geçmiş tarihlerde ve günlük hayatın parçası olarak görmek mümkün. Haçlı Seferleri ya da Yahudi katliamı hakkında yapılan her pişmanlık beyanı ve özür dileme, insanlığa karşı suçlara ortak olunmuş ya da herkesin kınadığı karanlık ilişkilere girilmiş olduğunu doğrular.  Bu şiddet bugün de devam etmekte. Din bir vicdan sorunudur, vicdan iyi ahlaklı olmayı gerektirir. Toplumsal bir uzlaşım örneğin dinsel bir ilke ise, kutsal metinlerde yazılı olduğu şekliyle, topluluk kimliğinin güvencesi kültürel imza olur. Böyle uzlaşımlar çoğu kez, “cemaat-merkezcilik” diyeceğimiz bir tutumla etik tartışmanın evrenselleşmesine engel olur. Her kültür cemaatinin kendini özgürce, diğerlerinin de kabul etmeleri şartıyla her katılımcının kabul edebileceği terimlerle ifade etmesine izin verdiğinde geçerlidir. İyiye yönelik ve aydınca bir karşılıklı anlayışı savunan, adil bulunan şeylere rıza gösterilir. .

Sempati ya da dayanışmayı din(sellik) kategorisine koymak ölçüyü kaçırmak değil midir? Dinin tarihsel olarak bu temel ahlaki duyguları istismar ettiği açık. Kültürel anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü bir dünyada doğal ve evrensel bir etik geliştirmek nazik bir sorun. Çoğunlukla siyasal alanda görünür. Kişisel inançlarla ‘kuramsal pratikler’ arasındaki çatlama çizgisi bu nedenle sorgulanmalı. Hümanist içerikli ‘nefis terbiyesi’ bana samimi görünür. Benden yüksekten gelen temel bir onaylama, iyiliği kötülüğe üstün tutarak yaşama cesareti olarak görürüm. Kötülüğün her zaman ve her yerde bizden önce var olması bizi ona mahkûm bir tür yapmaz. Çünkü yaşama cesaretimizde temel düzeyde onaylanmakta ve yardım görmekteyiz. Dinselliğin bir anlamı varsa, onu bu yönde aramak gerekir: Mitler, ilgili devirde söylenenden daha önemli bir şeyin söylendiği fantastik sözel yapılardır; ne yazık ki dogmacılar şiirsel ve metaforik/değişmeceli boyutun yitirildiği sözde-bilimsel, sözde-tarihsel bir söylem haline getirmişler. Hıristiyan veya Yahudi-Hıristiyan mitlerinin İnka’ya da Budizm mitlerinden daha ‘doğru’ olduğu nasıl söylenebilir? Hepsi aynı derecede geçerlidir, çünkü doğrulanıp yanlışlanamazlar. Ortak özellik olarak ‘insancıl‘ estetik güce sahipler ancak, her türlü cemaatçi dogmatizmden arındıkları ölçüde. Silm ve selam açıklamasıyla gerçek İslam’ın öğretilerinde olduğu gibi. Kur-an’ın yazıldığı/oluştuğu çağın söylemleri/ayetlerin açıklamaları bugün-çağımızda karşılığını bulmaz. Ancak insan nefsiyle ilgili doğrularını düstur edinebiliriz.

Din çağdaş toplumlarda potansiyel olarak daha büyük etkiye sahip olur. Bir köken mitinden ayrı bir ‘hakikat’ yoktur. Onun hakikat iddiası, kurtuluş mesajı üzerinden dile gelir ki kendisi de bu mesajın öteki yüzüdür zaten. Dille bağlantılı yeni bir simgesellik doğar; bizlerde bu dil içinde yaşar ve öğreniriz. Belki de başka yerde olsaydık başka şeyler öğrenirdik. Dinselliğin dile gelişinde asli bir tarihsel-kültürel olumsallık bulunur. Ancak, getirdiğini iddia ettiği ‘kurtuluş mesajı’ estetik bir mesajdan başka bir şey olmayabilir. Bach’ın bir kantatındaki güzellik, ebedi hayat gibi yüklerin altına girmeksizin manevi güç ve iç rahatlığı sağlamaya yeter. Din hiçbir yerde evrensel form içinde karşımıza çıkmaz. Asli olanın araştırılması çok büyük bir iş olduğundan din de parçalanmış. Günümüze farklı yorumlayanlarca değiştirilerek getirilmiş. Bizim ölçülerimizi aşan hikâye bolluğundan ibaret. Fakat bu hikâye bolluğu esasta bir şeyi korur; ‘Radikal kötülük’. Yaratan cihatçıyı savunmaz, birbirinizi öldürün demez.

“Radikal kötülük özgül bir ‘geleneksellik‘ karakteri arz eder ama bu, bir mirasın aktarılmasından söz eden biyolojik dilde iyi ifade edilemez, çünkü edinilmiş karakterlerle ilgili kesin bir hakikat yoktur. Kötülüğün tarihi, incelenemez biçimde, aşama aşama kendi kendini izler” diyordu Kant.

Sıradan günlük deneyimlerimizde birbirinden ayrılmış olan iki şeyi sözde-kavramsal bir söylem içinde birleştirmek gerekir: Kalıtım deneyimi ve sorumluluk deneyimi. Kalıtımla aktarılan bir sorumluluk fikri tasarlanması son derece zor bir şeydir. Şiddetin kalıtımla aktarılan ama aynı zamanda her bireyin tek tek sorumlu tutulduğu bir şey olduğu fikrinde sonu olmayan -hatta belki incelenemez- bir paradoks olduğunu kabul/itiraf edelim. Ne olursa olsun, nesnel bilgi arayışı ve bu arayışla birlikte giden delilli ve eleştirel tartışma, şiddeti ve kökenlerini daha iyi kavramamızı ve çatışmalarda barış yönünde daha iyi hakemlik yapabilmemizi sağlayabilir. Niçin önsel bilgiler yerine nesnel bilgiden ve insanların geçmiş deneyimlerinden hareketle, çatışmaları dışlayıp toplum içinde bireyler arasında sempati ilişkilerine ayrıcalık tanıyacak bir dünya görüşü oluşturmayı denememek gerektiğini anlamıyorum. Geçmişte bu tür girişimler, her türlü dinsel bağlamın dışında asli olana gönderme yapılmaksızın mevcut olmuş. Örneğin Leon Bourgeois kendi ‘dayanışmacılık’ modelini bu şekilde, bulaşıcı hastalık gibi biyolojik bir modelden yola çıkarak geliştirmiş; Pasteur’ün çalışmalarıyla birlikte bu model, “tüm canlılar arasında, tüm varlıklar arasında mevcut olan derin karşılıklı bağımlılığı kanıtlamış. Pasteur mikrop kuramını geliştirerek her birimizin bütün diğer bireylerin akıl ve ahlakına ne kadar bağımlı olduğumuzu göstermiş. Leon Bourgeois, Edmond Perrier’nin 1881 tarihli hayvan kolonileri üstüne çalışmalarına dayanarak bilimle ahlakı, hayat için biyo-sosyolojik bir yasa gücü taşıyacak ‘yapay bir düzen’ oluşturma çabası içinde eklemlemeyi denemiş. Ona göre, insan toplumları “denge, korunma ve ilerlemeleri genel evrim kuramına göre yürüyen dayanışma halinde topluluklardır. Aynı grubun üyelerinin aralarında kurdukları ahlaki varlığın varoluş koşulları, biyolojik topluluğun hayatını yöneten koşullardır.” Böylece bir dayanışma, bir karşılıklı sorumluluk ödevi yaratılır. “Toplum, sözleşmeye dayalı bir organizmadır. Var olması için onu oluşturan varlıkların rızası gereklidir. Adaleti, insan ilişkilerinde rekabet ve mücadelenin yerini alarak bu dayanışma sözleşmesi gerçekleştirecektir. İnsanlar arasında, amacı ortak fondan gelen avantajları herkese mümkün olduğu kadar hakkaniyetle dağıtmak, aynı şekilde ortak risklere karşı da yine mümkün olduğu kadar adaletle güvence vermek olan, rızaya dayalı, karşılıklı ve dayanışmacı bir toplaşma. Sosyal çalışmada bilimle duygunun çaba ortaklığı vardır. Ahlaki iyilik, kendimizi insanlığın üyeleri olarak, doğal eşitsizliklere sosyal kökenli eşitsizliklerin de eklenmemesi için risklere karşı birleşmiş bireyler olarak tasarlamak ve öyle olmayı istemektir.” Pozitif bir yükümlülük haline gelmiş bir kardeşlik ödevine ilişkin bu fikir işin içine metafizik sokmuyor ve Cumhuriyetçi bir ahlaka malzeme sağlayabilir. İnsan hakları bu sempatinin, her türlü dinsel veya ideolojik hegemonyanın dışındaki bu evrensel kardeşliğin ilk dışavurumudur. Nesnel olgulara ve sonuçlarıyla değerlendirilecek ‘uygarlaştırıcı’ pratik buyruklara ilişkin bir etik söylemi, hayal gücüne başvuracak ve arzuyla norm-koyuculuk arasında sinerjik bir ilişki kuracak simgesellik söz konusudur. Laik, evrensel, açık ve iyiliksever bir ahlak için eksik olan, somut, otantik öykü ve anlatılardan oluşmuş, çocuğa-insana en basit ahlak ilkelerini aşılayabilecek ortak bir simgesellik bu. Bu bir bakıma, hayat için örnek veya model işlevi gören, ünlü düşünürleriyle eski Yunanlıların yaptığı şeydir. Örneğin Laik eğitim hoşgörülüdür fakat simgeleri eksiktir; iletişim araçları alanında son derece yetersizdir. Hepsi de ayrı simgesel sistemleri içselleştirmiş olan Katolik, Protestan, Müslüman, Yahudi, Budist vb. insanların bir arada yaşadığı gezegen toplumumuzun çok kültürlü niteliği göz önüne alınırsa, yaklaşık %30- 40 inanmadığına inanan inançsızın bulunduğu düşünülebilir. Şiddetin Pratik bağlantı düzeyinde, ‘din barışı’ ve ‘ebedi barış projesi’ gibi projeler dayanışma sözleşmesinde birleşir. Siyaseti artık teolojik-politik bir görüngü olarak değil, dindarlarla dindar olmayanların bulunduğu bir toplumda birlikte yaşamak için gerekli yöntemsel kurallar olarak düşünmek önemli: Aristotelesçi bir düzey; yaşama isteği veya iyi hayat düzeyi, Kantçı bir düzey; evrensel hedefli normlar düzeyi ve pratik bilgelik düzeyi kendi küçük etiğimizin başlıkları olabilir.

 

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir disiplindir laiklik. Devletin dinler karşısında tarafsız olmasını, vicdan özgürlüğünü savunur. Dini inançların kullanılarak halkın sömürülmesinin önüne geçmeye çalışan, devlet yönetiminde aklın ve bilimin, toplumun inancında hoşgörünün hâkim olmasını isteyen bir Atatürk ilkesidir. Anayasamızda “Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve ibadetlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” açıklaması bulunur. Yani Devlet Din ve Vicdan özgürlüğünü savunur, koruyucu olarak tüm inanç sistemlerine aynı mesafede durur. Özgür düşünebilen insanların sayısı arttıkça, Laik devletler sayesinde her hangi bir dine mensup olmaktan önce insan olduğumuzun bilincine varacağız.

“Türkiye’de yaşayan ve kendisini toplumdan sorumlu hisseden herkesin, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi bağlantısını iyi kurması gerektiğine inanıyorum.”~ Ahmet Taner Kışlalı]

 

Tüm insanlık olarak ortak bir hedefe yönelmek zorunda olduğumuzu savunan fizik bilimci İsmet Gedik tarafından geliştirilen ve günümüzde, halkın içerisinden veya akademik çevreden olan 400 civarı destekçiye sahip düzenle ilgili açıklamaları vardır. DOM. Felsefesini şöyle açıklar: “Yağmur nasıl oluşuyor, bitkiler neden baharda filizlenip kışa girerken solup ölüyor, insan neden doğuyor gibi sorular insanlığı hep meşgul etmiştir. Bu olayları düzenleyip, yönlendiren bir güç sistemi olması gerektiğine inanmışlar ve buna ad vermişler. Şimdiye dek bu oluşturucu-yönlendirici faktörün varlıkların dışında, onların üstünde bir sistemden geldiği düşünülmüştür. Doğa-üstü bir güç merkezinin varlıkları oluşturup, yönlendirdiği; doğa yasalarını bu doğaüstü güç merkezinin oluşturduğu varlıkların bir robot gibi doğa yasalarına uydukları görüşü egemen görüştür. Her şeyin tepedeki bir merkeze bağlı olduğu kabul edilince, bu güç merkezinin ebedi ve sonsuz ömürlü olması gerektiği sonucu çıkarılmıştır. Ebediliğine atfen, değişmez olması anlamında statik sistemli doğa görüşü diyoruz.

Doğa bilimsel araştırmalar, doğada değişmeyen-sabit kalan hiçbir şey olmadığını, dolayısıyla doğanın dinamik sistemli olduğunu gösteriyor. Bu denenle dinamik sistemli bir karşıt görüş de var. Peki, hangisi doğru? Yaratıcılık nasıl gerçekleşmekte, bilgi faktörü ilk sırada yer alır. Haken 2000 yılında lazer ışı teknolojisinden esinlenerek, doğadaki varlıkların ‘birlikte işlem yaparak’ daha rahat bir duruma ulaşabileceklerini fark eder. İlk lazer ışığı Alimünyumoksit kimyasal bileşimli yakut mineralinde, bazı alüminyum atomları yerine krom atomları yerleştirilerek oluşturulan suni yakutla elde edilmiştir. Suni yakıt minerali bir tüp içine yerleştirilir. Tüpün uçlarına birer yansıtıcı konur. Mineral içindeki krom atomları dışarıdan bir radyasyonla uyarılır. Atomun elektronları gelen foton enerjisini önce alırlar, sonra tekrar çevreye yansıtırlar ve tekrar elektronlara çarparlar. Elektronlar bu fotonu tekrar alıp, tekrar çevrelerine gönderirler. Bu olay devam ettikçe, ortamdaki foton trafiği anormal artar ve mineral içinde çok sıkışık bir durum ortaya çıkar. Sıkışık durumda kalan atomlar; ‘birlikte işlem yaparak’ yayacakları fotonların yönlerini, fazlarını ve frekanslarını birbirleriyle uyum içine sokup, çok güçlü bir ışık oluştururlar ve yarı yansıtıcı-aynayı delerek dışarı çıkarlar. Atomlar bu şekilde rahatlamış olurlar. Ortada çok zor gerçekleştirilebilecek üç olay var: birincisi atomların yayacakları fotonun yönünün yarı-yansıtıcı tarafına doğru olmasında uzlaşma, ikincisi fotonların frekanslarının birbirleriyle aynı olacak şekilde uzlaşma, üçüncüsü fotonların fazlarını öyle ayarlamaları ki, yarı yansıtıcı aynaya ulaştıklarında, hepsi birbirleriyle aynı fazda olsunlar ve bu sayede birbirleriyle rezonansa/tınlaşıma girerek, güçlerini üst üste çakıştırsınlar ve yansıtıcıyı delip, dışarı çıkabilsinler.

Sorulması gereken şudur: atomları ortak bir davranışta bulunmaya yönlendiren zorlayıcı bir faktör, varlıkların içsel dinamiklerinden kaynaklanan bir faktör müdür, yoksa harici olarak onları etkileyen doğaüstü bir istemden mi gönderilmektedir?

Bir işlem veya eylem yapmak için enerji gerekir. Enerji ise sadece kuantsal sistemde, yani varlıkların içlerindeki bileşenlerinde bulunmaktadır. Kuantum fiziği deneyleri de, atom-altı öğeler dünyasının bilgi ve bilinçle, çevrelerindeki tüm oluşumları algılayarak-bilgi edinerek- ve bu verileri yorumlayarak davrandıklarını göstermektedir. Dolayısıyla, lazer aleti içindeki atomları, ortak bir eylem oluşturmaya yönlendiren faktör, onların içlerinden gelmektedir.

Atomlar bir kuvvet alanı=düzenleyici ‘bilgi’ oluştururlar sonra bu kuvvet alanına uyarak davranırlar. Kuvvet alanları, doğal sistemin trafik levhaları işlevini görürler, varlıklar nasıl davranacakları bilgisini bu alanlardan alırlar. Uzlaşma sistemi, sıkışık durumda olan varlıklar arasında gerçekleştirilir ve yeni bir üst sistem oluşumuyla sonuçlanır. Hücrelerin birleşerek bir beden oluşturmaları sinerjetik fizik ilkeleri çerçevesinde, ortak bir kuvvet alanı ortaya konulması ve sonrasında da tüm katılımcıların buna uyarak davranmaları şeklinde gerçekleşmektedir. Nitekim insanların ilk toplumsal bir sistem oluşturmaları, bir ada üzerinde hapis edilmeleri ve yükselen deniz seviyesi nedeniyle gittikçe sıkışıp kalmaları, karşılıklı iş birliğine girerek bu sıkışıklığa çare olarak ilk toplum hayatını ortaya çıkarmaları şeklinde olmuştur. Ama statik sistemli bir hayat görüşü üzerinde anlaşma yapılması, bu toplumsal oluşumların başarısız olmalarına neden olur ve bu durum günümüzde hala sürmektedir. Doğadaki enerji sistemini yanlış yerde varsayarak, statik sistemli bir tanrı anlayışı tasarlanmıştır. Yanlış yönde ilerlenmektedir. Yanlışlığın en önemli yanı ise, etkileyici gücün tepedeki bir sistemde olduğu varsayımıdır. Güç ve enerji ise doğada hep tabandaki sistemdedir. Peki, yöneticiler nasıl güç sahibi olabilirler? Toplumu yönetmek isteyenler, toplum değil, devlet diye bir kavram oluştururlar. Devletin sahipliğinin de ilahi gücü temsil eden efendiler zümresine ait olduğu şeklindeki statik sistemli hayat görüşünü halka aşılarlar. Efendiler devletin sahibi olunca, halk ürettiğinin çoğunu mülk sahibi efendilere vererek, kapitalist sistemin temelini atmak zorunda kalır. Bu şekilde din-para-siyaset kıskaç oluşturulur.”

http://bireydentopluma.blogspot.com.tr/2011/01/dogadaki-olusum-mekanizmas-dom.html

 

İsviçreli yazar Erich Von Däniken 1068 de yazdığı ‘Tanrıların arabaları’, ‘çocukları’ ve ‘ayak izleri’ kitaplarında ilk insan kültürleri üzerindeki dünya dışı etkiler hakkında tartışmalı iddialarda bulunup, gezegenimizin başka dünyalardan gelen yaratıklar tarafından ziyaret edildiğinin kanıtı olan fotoğraf ve belgelerle inançların sorgulanmasına neden olmuştur. Gerçekten uzaylıların tohumu muyuz acaba? atalarımız-sa- insanlık gelişimimiz gözleniyor mu?

http://aybuder.org/wp/download/Tanr%C4%B1lar%C4%B1n%20Arabalar%C4%B1.pdf

 

Sanat alanında; 

İnsanlık için ortak bir temel oluşturma işine özgül olarak estetik boyut katan barıştırıcı sanat olgusudur. Estetik boyut, dogmatik söylemlerin içerdiği riskleri göze almadan, insanları bir araya getirme yolunda basit çözümler sunar. Nicolas Poussin’den John Heartfield ya da Pablo Picasso’ya kadar tüm sanatçıların tabloları etik mesaj iletir: Politikacının yoldan çıkışlarına karşı uyarıda bulunur.

El-Guernica

Picasso’nun El Guernica tablosu, 26 Nisan 1937 tarihinde, İspanya diktatörü Franco kuvvetlerinin Bask Bölgesi’nin Guernica şehrine yaptığı bombardımanın zalimliğini simgeler. Katliamdan sonra hem İtalya hem de Almanya ve franco bu katliamda rol aldıklarını reddetmişler. Öyleyse bu bombaları kim yağdırmıştır; 3,5 saat boyunca onlarca ölüm makinesi ve onları kullanan cellâtlar köprüyü bir kere vuramamış ama tesadüfî (!) bir şekilde Pazartesi günleri kasabanın pazar yerinde toplaşan bölge halkını hedef almıştır…

El Guernica, yaklaşık 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlik ile dikkat çekici büyüklükte, tuval üzerine sadece siyah ve beyaz renklerde yağlıboya ile yapılmış bir resim. Tüm sahne bir odanın içinde, sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde durur. Resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at bulunur. Atın burnu ve üst dişleri, bir insan kafatası şeklinde, can çekişen at muhtemel can çekişen insanlık ve barışın kendisidir. Acı çeken atın üzerinde, göz şeklindeki çıplak bir ampul parlamakta ki bu da katliamın medeniyetin gözü önünde meydana gelmiş olmasını simgeler. Elinde kırık kılıcı ile yatan savaşçı kahramanca savunmanın alışılagelmiş sembolüdür.  Kucağında ölmüş bebeğine ağıt yakan anne bütün ressamlar tarafından işlenmiş Pieta’yı yansıtır. Yangın içinde can çekişen haykıran, ellerini açmış insanlar, masum halkın acısını simgeler. Atın sağ üst tarafında, bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu ve elinde yanan bir gaz lambası taşıyan bir kadın figürü var. Boğanın, atın ve çocuk için ağlayan kadının dilleri olarak çizilmiş olan hançerler çığlıkları simgeler.

Resim sergilenirken “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye soran bir Alman komutanına, Picasso “Hayır, siz yaptınız.” Cevabını vermiştir.

Bu savaş karşıtı eserde, hayal edilmesi ve tamamlanması arasında gelişen ilk taslaklarında baskıya direnmenin evrensel bir sembolü olan yükselen bir yumruk imgesi de bulunuyormuş. Ressam bu sembolü önce boş bir ele, sonrasında bir buğday başağını dönüştürmüş; en sonunda da resimden çıkartmış. Sanat tarihinin en bilindik gri tonlarını kullandığı resmin ilk taslaklarında ağlayan bir kadının gözünden akan kırmızı renkli bir gözyaşı gibi renkli imgeler de bulunuyormuş. Akademisyenler ve eleştirmenler Guernica’nın içerdiği at, boğa gibi figürlerin anlamlarını ressama sorsalar da, Picasso konu ile ilgili şunları söylemiş: “Boğa, boğadır ve at, attır. Resimlerimdeki belirli şeylere belirli anlamlar yüklemeniz doğru olabilir, fakat bu anlamı yüklemek benim fikrim değildir. Ulaşabileceğiniz sonuçlar, kurabileceğiniz bağlantılar bende içgüdüsel ve bilinçsiz bir biçimde bulunuyor. Yalnızca resim yapmak için resim yapıyorum. Nesneler nasılsa, onları öyle resmediyorum.” Diyerek resmin sembolizmi üzerine konuşmayı reddetmiş. ” Bu bir pipodur. ” resminde olduğu gibi. (Neden? Guernica bugün Picasso’nun öncü başarılarından sayılsa da ilk zamanlarda çeşitli eleştirmenler ve sanatçıların, esere olumsuz eleştirmesi; Amerikalı eleştirmen Clement Greenberg tabloyu çok düzensiz ve sıkıştırılmış bulduğunu söylerken, Fransız komünist ressam Edouard Pignon resmin işçi sınıfıyla yeterli düzeyde empati/duygudaşlık kuramadığını belirtmesi, Fransız felsefeci Paul Nizan’ın eserin burjuvazi anlayışıyla üretildiğini, Amerikalı soyut ressam Walter Darby Bannard’ın ise mantığa aykırı olması yönleriyle eleştirmeleri karşısında “resim resimdir, bakana göre anlamı-yorumu değişir” gerçeğine gönderme yapmış olabilir.

Hitler’in modern sanata karşı takındığı olumsuz tavır ve Guernica’nın üzerindeki antifaşist mesajlar sebebiyle, Nazi Almanyası fuar rehberinde eser için “4 yaşındaki bir çocuğun çizebileceği karmakarışık bir resim” ifadelerini kullanmış. Tablonun doğasını ve savaş karşıtı duruşunu yanlış anladıkları için Alman ordusu, 1990 yılında orduyu tanıtan bir reklamda “Düşmanca imajlar savaşın babalarıdır.” sloganı ile Guernica’nın kullanılması durumları Picasso’nun yanıt nedenlerini açıklar.)

Picasso, 1973’de, iki yıl sonra da diktatör Franco öldü. Ve Guernica’nın acılarını simgeleyen bu politik resim, Picasso’nun doğumunun 100. yılı kutlanırken, 25 Ekim 1981’de Madrid’e getirildi.

 

Stoacı bilgeler hem fizik hem metafizik öğretiyi kabul eder. Tanrı evrenin her bir varlığına özel doğasını kendi ruhundan bir kısmını ve amacını bağışladığından, evrendeki bütün varlıkları uyum içinde, tek bir amaca yönelmiş olarak düzenler. Bu bakımdan evrende faydasız, düalist hiç bir şey, tesadüf yoktur. Doğal olanın, yani doğanın bütün insanlara aynı yasayı aynı hakları verdiğinden hareketle ideal bir dünya yurttaşlığı anlayışına ulaşırlar. Bu öğretiye göre insanın temel amacı mutluluktur ve mutluluğa ulaşmak için doğaya uygun yaşamalıdır. Mantık aklın yasasıdır ve mantığın kurallarına başvurmadan akıl hakikati bulamaz. Bu fikir dayanışma jestinin örneğini güçlendirir.

http://www.filozof.net/Turkce/felsefe/felsefe-akimlari/2542-stoacilik-nedir-ne-demektir-ekolu-akimi-okulu-ogretisi.html

Resim sanatı alanında, yaratıcının beyniyle oluşmakta olan eser arasında jestlerin aracılığıyla bir ‘evrimsel diyalog’ kurulur; gözün gördüğüyle us yürütme birbirine göre ayarlanır. Sanat tarihinde resimde ışığı en iyi kullanan ressam Rembrandt Van Rijn’in, Demokritos kimliğinde kendi portresi (1668 civarı (Leyde 1606 – Amsterdam 1669). (Köln, Wallraf-Richartz Müzesi) örneğinde olduğu gibi. Rembrandt kadar eserlerinde kendini resmetmiş sanatçı azdır: tablolarında otuz defadan fazla, suluboyalarında yirmi altı defa ve eskizlerinde on iki defa kendini resimlemiştir. Bu tutumla, ressamın resimlerinde, kendini orada tasvir edilen hayali kişinin yerine koyarak aslında kendini resmettiğini ileri süren klasik kurama uymuş oluyor. Aynı zamanda, bütün eserine hâkim olan, psikolojiye ve ‘ruh hallerine’ duyduğu ilgiyi de göstermiş oluyor. 4 Ekim 1669’da ölen Rembrandt, bir resminde kendine iltimas kaygısıyla yüzünü istila etmiş olan yaşlanma çizgilerinin hiçbirini silmiyor, ama onları olumlu tarzda yorumluyor. 1661 ‘de kendini, Luther reformunca da benimsenen öğretisi sevinç ve merhameti dini yasaya mutlak surette uymaktan üstün gören havari Pavlus olarak resmediyor.

Rembrandt_Selbstbildnis_wrm_2526_01  self-portrait-paul-rembrandt -paulus  Rembrandt,_Auto-portrait,_1660  self-portrait-by-Rembrandt-van-Rijn-141

[Biçimlerin duygusal gücü, şaşırtma veya şoka uğratma yeteneği, tutarlılık, ritim ve yeniliğin benzersiz algısı sanata öyle bir iletişim gücü verir ki, sanat bununla dinin etkili bir rakibi olur. Nörolojik biyoloji alanında olan bilim adamı bunu ‘epigenetik/aklın ve bilincin, evrimin akışı içinde yüksek bir karmaşıklık düzeyine ulaşan canlı maddeden, önceden tahmin edilemeyecek bir şekilde geliştiği teorisi’ olarak açıklar.

http://docplayer.biz.tr/52842202-Neden-nasil-dusunuruz.html

“ zihinsel nesne modeli çok önemli bazı önlemler alınmadan ele alınamaz. Hesaba katılacak birinci kavram, karmaşıklık kavramıdır. Şimdiye dek hiç kimse beynimizin, bugün sinir bilimlerinin açığa çıkarmış olduğu kadar karmaşık olduğunu tasavvur edememişti. sinir sistemimiz, “kesintili” bir ağ oluşturan ayrı ayn hücre birimlerinden (nöronlar) meydana gelmiştir; bu nöronlar birbirleriyle ancak sinapslar yoluyla iletişebilirler. on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarında, bu kavramda “tin” kavramına engel gören “ikiciler” tarafından karşı çıkılıyordu. Örneğin Golgi gibi birçok on dokuzuncu yüzyıl sinir biyologu, “kesintisiz”  bir ağın, tin’in beyinde serbestçe dolaşmasına imkân verdiğine inanıyordu!.. Demek ki yüz milyar nöron var ve her nöron ortalama on bin “kesintili” temas noktasıyla diğer sinir hücrelerine bağlanıyor. Bu da beynimizde 1015 dolayında temas noktası bulunduğu anlamına gelir; mili metreküpte yaklaşık yarım milyar kadar!.. Bu karmaşıklık yeteri kadar hesaba katılmıyor, çünkü beyin incelenirken çıplak gözle görülmüyor. Mikroskobik bir karmaşıklık bu ve pratikte ancak bir elektron mikroskobuyla görülebiliyor. Her sinaps aşağı yukarı bir bakteri boyundadır. Beynin fonksiyonel işleyişinin anlaşılması, tek tek sinir hücrelerinin aralarında kurdukları bağlantıların anatomik incelemesinden geçer ve bu evren olağanüstü zengin bir evrendir. Bütün bu sinapslar arasında mümkün olan kombinezonların sayısı, tüm evrendeki pozitif yüklü atomik parçacık sayısı düzeyindedir. Söz konusu bağlantıların fonksiyonel esneklikleri de hesaba katılınca, bu kombinezon sisteminin sınırlan daha da uzaklara gider. Bir tablonun temaşasında, estetik zevkin mimarisinin ilk etapta beyin kabuğunun görsel alanında devreye soktuğu düşünülebilir ki, bunlar biçimi, rengi ve uzayda dağılımı, gerektiğinde de hareket simülasyonunu/benzetimini analiz ederler. Korteks hiyerarşisinin bir üst katında, analizin ardından bir ‘sentez’ gelir; beyin biçimleri, renkleri ve şekilleri, çalışma belleğini işgal eden tutarlı bir bütün halinde yeniden kurar. Ritmin, biçimlerin, renklerin ve aralarındaki uyumun yakalanışı, belleğin uzun erimli bölümünde depolanmış anılan seçici şekilde etkin hale getirir, tabloya anlam verir. Daha doğrusu bazen çelişkili birçok anlamı ortaya çıkarır. Buna göre, sanat eseri belki beyin fonksiyonlarının hiyerarşisinde en yüksek düzeyi, niyetler ve akıl düzeyini işe koşmakta, zorunlu olarak açık us yürütmeye başvurmaksızın duyusallık ile akıl arasında uyum yaratmaktadır. Formüle bağlanmış düşünüp taşınma olmaksızın özgür bir sevinç! Fakat sanatın bir başka boyutu daha vardır: uyandırma yeteneği yaratır. Seyircinin beyninde imgeler, bellek izleri, anılar, jestler belirmesini sağlar ve hayal kurmayı dürtüler. Düşünme ihtiyacı duyurur. Yalnız şiirin becerebildiği o söyleme ve anlatma özgürlüğüyle -ama görsel sanatta dile başvurmadan- sahici bir ‘iyi hayat’ hayalini paylaşmaya çağırır. Gerçekte, ne normatif biçimleriyle hukuk veya ahlakın, ne de mutlak nesnellik söylemiyle bilimin başarabildiği şeye ulaşır: hayal dünyasını geliştirmek, yeni ortak hayat planlan ortaya çıkarmak, uyumlu ve paylaşılacak bir geleceğin hayalini kurmak. İmge, çağrıştırıcı gücüyle, ötekine karşı sorumluluğu çağırır.

Bütün sanatlar özneler arası bir evrensele yönelir, insanı dinlerin ve ideolojilerin kimlikçi ve cemaatçi zorlamalarından kurtarır. En büyük sanatçıların ‘ilahi’ Mozart gibi yaratıcı güçleri şaşkınlıkla karşılanır. Ama otoriter ve tatmini zor bir babanın pek küçük yaşta verdiği müzik eğitimi, çocuğun Avrupa’nın bütün hükümdar saraylarını dolaşarak ve devrin en ileri müzik dünyasıyla düşüp kalkması ve çağdaşlarının eserleriyle yaptığı provalar unutulur. Mozart belleği açısından özellikle sıradışıydı, Don Giovanni’nin tüm müziğini hiçbir notayı silip çizmeden kâğıt üzerine yazabilmiş; ama tabii bunu daha önce kafasında tasarlamıştı. Genel olarak sanatçı ve yazarlar böyle davranmazlar, eserlerini yaratırken tereddüt eder, denemeler yapar, bazı yerlerini siler veya karalarlar. Entelektüel yaratı başta deneme-yanılma yoluyla işleyen, zihinsel nesnelerin çeşitli şekillerde yeniden bağlantılandırılması, biçim ve renklerin dile dökülmeksizin serbest manipülasyonu/güdümleme ve biçimsel tutarlılıkla duygusal gücün sınavından geçirilmesi aşamalarını kapsayan tamamen zihinsel bir evrim sürecinden türer. Bu elemeden elde kalacak olan, artık düşünce nesnesinin rasyonelliği ya da gerçek dünyadaki nesnelere denk düşmesi değil, inşa edilmekte olan eserin çağırıcı/çağrıştırıcı gücüdür. Özellikle resim sanatı alanında, yaratıcının beyniyle oluşmakta olan eser arasında jestlerin aracılığıyla bir ‘evrimsel diyalog’ kurulur; şekil ve renkler arasında bir dengeye, yaratıcı gibi seyirciyi de etkileyecek ve özneden özneye iletilebilir hale gelecek tutarlı bir bütünün oluşmasına götürür. Sanatçı elbette içinde bulunduğu kültürel ortamın empoze ettiği/dayattığı kuralları izleyecektir, ama bu arada yenilerini de yaratacaktır. Bir bakıma sanatçıdan sanatçıya değişebilen bir tür ‘norm-koyuculuk’ gelişir. Bu ‘normlar’, örneğin armoni ya da parçaların uyuşması, daha önce görülüp işitilmiş olanı dışlayan yenilik, seyircinin öznel beklentilerine denk düşme, hatta seyirciye bırakılan, sanatçının yaratıcı sürecini istediği gibi tamamlama özgürlüğü olabilir. Eserin, sanatçının istemiş olduğu gibi anlaşılması da aynı kültürel yorumlamayı gerektirir. Fakat sanat eserindeki anlam çokluğu, dilsel formüllere referans yokluğu, özneler arası iletişimi kültürel topluluğu aşan bir insan kitlesine açar. Bu demektir ki sanat, özgür ve kardeşçe bir insanlığın ortak kurucuları arasında yer alabilir.

Dayanışma etiği projesi için uygun bir simgesellik; Bir hayali müzeye ihtiyacımız var. Bu hayali müzenin yeniden birleştirici bir gücü olacak. Rembrand ölümünün arifesinde, kendini şövalesinin önünde güleç bir yüzle, yüzünden keder akan bir kişiyi resmederken gösteriyor. Gülen (yaşlı) filozof Demokritos’la ağlayan (o da yaşlı) filozof Herakleitos çifti birçok kez resme konu olmuştur. Rembrandt’ın burada Herakleitos’u değil Demokritos’u seçmiş olması da anlamlıdır. Abdera’lı Demokritos Sokrates’ten önce yaşamış ve Leukippos’la birlikte antikçağ atomculuğunun kurucusu olmuştur; bunların materyalist dünya görüşü Epikür, Lucretius ve on yedinci yüzyılın özgür düşünceli bilgin/aydınları, özellikle College de France’ta Profesör Gassendi tarafından da benimsenmiş ve yayılmış. Doğadaki şeylerin bilgisi sayesinde boş korkulara ve batıl inançlara hâkim olmaktan doğan bu rahat ve huzurlu neşe, Spinoza’nın hafif ironisine ve ket vurulmamış sevincine öncülük ediyor.

 

Bergson “İnsana erişmek için insandan fazlasını hedeflemek gerekir.” der. Bence, bütün olarak insanlığı hedeflemek yeter. İnsanların hayatlarının tehdit altına girişi ve vahim köktenciliklerle ayrımcılıkların ortaya çıkışı hep insandan fazlasını hedeflemek suretiyle oluyor. İnsandan fazlası; estetik ve dünyanın güzellikleridir. Estetik kesinlikle ve sadece insana ait bir şeydir. ‘İnsandan fazlası’ deyimiyle ayrıca, sadece maddesel nimetler etrafındaki yarışmada avantajını artırmak isteyen yararcı insandan fazlasını da düşünebiliriz. Bourdieu’nün, simgeselliğin ekonomisi ya da yönetimi üstüne söylemi burada önemli bir anlam kazanıyor. Estetiğin, her türlü dolaysız yararcılıktan ayrı ve farklı bir zevk, doygunluk ve rahatlık getirdiğini tartışmak gereksiz. Ama insanlık için pozitif bir gücü de var: aynı duygu ve heyecanı paylaşmak, daha iyi bir karşılıklı anlayışa katılmak. Ortaçağ düşünürleri de bu noktayı görmüşlerdi; ‘aşkın değerler’ dedikleri doğru, iyi ve güzel’i geniş bir sistem halinde birleştiriyorlardı. Bunu daha önce Platon da yapıyordu. Ona göre ‘iyi’ idesi ‘güzel’ idesine bağlıydı. Yunancada bu iki kavram için bir tek kelime vardı. İlk dinlerin ve sanatın oluştuğu coğrafyalarda Hıristiyanlığın, Yahudiliği ağır basan bileşeninin, yasayı ve buyrukları estetiğe hâkim kıldığını çekincesiz kabul edebilirim. Müziğe izin verilip resmin yasaklanmasının sebebi ne acaba? Kültür tarihinin paradokslarından biridir bu. Bu paradoks sebepsiz değil. Kitap’taki Musa’yla birlikte ilahi adını söylenemez olduğunu ilan ederseniz, imgelere öncelik vermeye eğilimli oldukları ölçüde tüm simgesellikleri iten genel bir temsil yasağı her zaman ortaya çıkabilir. Burada gerçek bir ikilem var ki: Şeyleri ve kişileri temsil etmediği, figüratif olmadığı ölçüde müziğin korunması şaşırtıcı değil. Böylece, adın söylenemez olduğunu ilan eden Yahudi geleneğinde de müzik ve şarkı (ilahi, neşide) yüceltiliyor. Lavta eşliğinde imge insanlaştırıcıdır, kaygıları yatıştırır, insanları birleştirir. Adını vermeden ‘Hakikati’ söyleyen sözün soyut ve insan figürsüz evreni, dogmatizm ve ayrımcılıkları daha kolaylıkla taşır. İkona-kinciliğini köktencilik olarak görmüşümdür.

Ortodoks geleneği imgeye (ikonaya) karşı daha sıcak davranmıştır. Ne var ki ikona sanatı hiç evirilmemiştir. Yüzyıllar boyunca aynı noktada donup kalmış bir sanattır bu. Oysa Batı Katolik geleneği ve özellikle Karşı-Reform hareketi, imgenin tapınakları haline gelen kiliselerde resimsel yaratı alanında gerçek bir patlama yaşanmasını sağlamıştır.

Toplumsal kültür etkileşimi içinde olan sanatçılar için dini dönemler, yaratıcılık için en zengin dışlaşmaların ortaya çıktığı dönemler. Din olgusunun belki de tamamen korkutma üzerine kurulu olduğu göz önüne alınırsa; günahkâr insanları doğru yola çekmek için tehdit unsurları olarak görev yapan resimlerin revaçta olması olağan karşılanmalı. Sanatta, denge, uyum, düzen, oran, ölçü gibi kavramlar üzerinde durulur. Sanatçılar doğada korkuyu tanımaz, hükümdarları tanrılaştırmazlar. İnsana, yaşamın güzelliğini ve sevincini anlatmaya hizmet ederler. Umberto Eco dini dönemin resim sanatı hakkında, ansiklopedist Autun’lu Honoriusdan şu yorumu alıntılar: “Dönemin duyarlılığını yansıtan… resmin üç amacı vardır: Öncelikle resim ‘Tanrının evini güzelleştirmeye’, ikincisi, azizlerin yaşamlarını anımsatmaya ve son olarak, resim ‘din dışı kesimin edebiyatı olduğundan’ eğitim görmemişlerin zevk almasına yarar.”]

 

Kolektif kültürde Din ve savaşları, toplumsal varlık olan sanatçıları nasıl etkilemiştir:

Yunan ve Mısır sanatında öteki dünya inancı ve çok sayıda tanrının olması mitosların, heykel ve resim sanatının gelişmesine katkıda bulunmuş.

(film: İmmortals- -Enki Bilal https://www.youtube.com/watch?v=hG2YdKnzlJk https://www.youtube.com/watch?v=MjpUdm94T28

Mısırlılar, öldükten sonra cesedin iyi korunduğu takdirde, insanın başka bir dünyada yaşamaya devam ettiğine inanarak/reenkarnasyon/ruh göçü düşüncesiyle mumyalama sanatını geliştirmişler. Ölümün yönü olarak inandıkları güneşin battığı yönde, Nil nehri kıyısına Keops, Kefren ve Mikerinos gibi kralları için göğe uzanan devasa büyüklükte mezar- piramitleri inşa etmişler. Piramitlerin içlerinde resimler, rölyef –taş yüzeyinde yaşam formları oyulmuş lahitler/tabutlar yapmışlar. Tanrıları Ra için yaptıkları büyük tapınakların içlerini renkli kabartmalar ve fresklerle süsleyerek, sütunlar üzerinde hurma ağaçları ve papirüs demetlerini üsluplaştırıp Tanrıya olan bağlılıklarını göstermişlerdir.

Yunan sanatçılar; insanları yüceltmiş, ölümlü insanlar arasında insan görünümünde yaşayan yarı tanrılar olduğunu düşünmüşler. Çok sayıda tanrı, yarı tanrı heykelleri idealize ederek mükemmel vücut ölçüleriyle yapmışlar, tapınaklara sütunlar koymuşlardır.

Gotik, Rönesans ve Barok dönemi:

Ortaçağ’da resim bir zanaattı; kilise duvarlarını süslemek veya elyazmalarını görsel olarak desteklemek için uygulanıyordu. Bunlar genelde dini temalardan oluşuyor; insanlığa yararlı olması gereken dini sahneler ibret verici resimleniyordu.

Avrupa’nın Yeniden Doğuşu olarak adlandırılan Rönesans da kiliseler, saraylar, katedraller vb. kusursuz güzellikte inşa edilmiş, sanatçılar sipariş üzerine dini resimler yapmak zorunda olup dini baskı altında kalmışlardır.

Leonardo da Vinci 25 Nisan 1483 günü Milano Meryem Ana Cemiyeti için kayalıklarda Meryem isimli 2 tablo yapmış. (‘Da Vincinin Şeytanları’ dizisi, ortaçağ döneminde bir dahi sanatçının hayatını, farkındalık ve yaratımlarını anlatır. http://dizipub.com/dizi/da-vincis-demons-tum-bolumler-izle/ )

 

Kuzey resmi; kuzey resmi için (Tansuğ, 1988: 88). “İfadeci nitelikleri ve eski barbar kültlere dayanan mistisizmi ile toplumsal morali kendi yönünde desteklemek için grafik sanatların gelişmesine ihtiyaç duyuyordu. Grünewald, Dürer, Cranach, Bosch, Bruegel gibi sanatçılarda görüldüğü gibi, dinsel görüş izlenimlerine düşsel fanteziler, korku yaratan inançlar, gerçek ötesinin dehşet uyandıran tasarımları doluyordu. Güneyde güzel Madonnalar önem taşırken kuzeyli insanlar ürkütücü fantastik sahnelerden hoşlanıyordu” der.

Bizans eserlerinden etkilenen İtalyan ressam İtalyan ressam Ambrogio Lorenzetti’nin 1338-1340 tarihli “iyi ve kötü devlet yönetimi” alegorisi/Fikirlerin resmedilme sanatı (Allegory of Bad Government)’ isimli eser, din ve devlet ilişkisini anlatan bir fresk çalışmadır.

Dönemin şehir devleti olan Siena’da Kilise ile birlikte 2. büyük güç olarak kabul edilen Palozzo Publica (Belediye Binası)nda Barış Odası’nda bulunan freskler iyi ve kötü yönetim konusunda bilgi verir. Şehir yöneticilerine Dokuzlar adı verilmiştir ve her 2 ayda 1 yönetim değişerek başka aristokratlar gelir.

untitled2

Kötü Devlet Allegorisi (Allegory of Bad Government)” Freskinde zulüm, aldatma, dolandırıcılık, öfke, bölücülük ve savaş anlatılmış. Figürün başı üzerinde uçan açgözlülük, gurur ve kibir resmedilmiş. Ortada bulunan figür Zorba Hükumet Tirandır. Çevresinde oturanlar acımasız, hain, hilekâr, öfkeli, bölücü kimlikler ve Savaş tutkunları bulunur. Köşede bir yazıda: “Herkes kendini düşündüğü için Adalet Tiran’ın eline düşüyor. Hiç kimse bu sokaklardan güvenle geçemiyor çünkü hırsızlar var.” yazıyor.  Tiran’ın gözleri şaşı, boynuzları ve sivri dişleri ürperticidir. (Bulunduğu mevkiyi halk yararına değil kendi hırsları lehine kullanan diktatörlerin vampir şeklinde resmedilmesinin kökleri önceye dayanır.)

rk1

rk2

maxresdefault İyi Yönetim Alegorisi’nin sağında bulunan bu fresk ise İyi Yönetimin Etkileridir. Şehirde dans eden kadınlar, tüccarlar(ekonomik refah) işini yapan inşaat işçileri vardır. Bu fresk Ütopya(Cennet)’dır. O dönemde yapılan resimler dini etkiler taşıdığından cennet hep doğadır. Oysa freskte Cennet bir şehir hayatı ile tasvir edilmiştir ve Devleti yöneten Dokuzlar iyi bir yönetimde şehrin cennete dönüşeceğini anlar.

COUKAUBWgAA-Wog Bu Freskte ise İyi Yönetimin Kırsalda bıraktığı izler tasvir edilmiş. Şehre giriş çıkışlara bakıldığında gayet canlı olduğunu görülür. Köşede bulunan melek figürünün adı Güvenlik ve elinde “Bu halk bu hanımefendiyi (Adalet) güçte tuttukça özgür gezebilir, ekip biçebilir çünkü o kötülüğün bütün gücünü elinden aldı.” yazısını taşıyor.

Kuzey Avrupalı ressam Bernt Notke, 1463 tarihli olduğu tahmin edilen “Ölüm Dansı” (Totentanz- Danse Macabre) adlı duvar resminde, ölümün kaçınılmaz azabını tadacak zümre olarak ruhban sınıfını ele alalark canlı ve gösterişli kıyafetler içindeki rahip ve piskoposları tipik zombileri andıran iğrenç cesetlerle halay çekerken resmetmiştir.

Michael Wolgemut‘un 1493 tarihli “Danse Macabre” yorumunda etlerinden sıyrılmış iskeletler vardır. “Ölüm Dansı (Danse Macabre)” temasıdır. Kitap kenarlarında, dini binaların duvarlarında rastlanan bu temada, hayatın geçiciliği ve dünyevi statülerin ölümle beraber önemini kaybedeceği hatırlatılıyordu cemaate.

rk3-b

rk4Bir el yazması süslemesi olan bu resimde Mezarından yeni diriltilmiş kadın cesedinin başında  dans eden kemik yığınlarına üflemeli çalgıyla eşlik eden bir iskelet var. En sağdaki iskelet karnından sarkan bağırsağını sallıyor.

Lyon’lu sanatçı Jean Perrissin 1569’da yardımcılarıyla birlikte Fransa’da yaşanan savaş, sanatçılar katliam ve kargaşalıklarla ilgili kırk sahneyi, oyma-baskı tekniğiyle resmetmekle görevlendirilmişler. Serinin kırk planından biri olan resim, zincirden boşanmış Katolik sürülerinin Protestanları katledişlerini çizilmiş; insanları yeni dine inananlara reva görülen muamelenin zalimliğine ikna etmek için kurbanların kimlikleri ve nasıl öldürüldükleri üzerine kesin ayrıntılar veriyor.

Yıllarca yanlışlıkla Matthias Grünewald’ın yapıtı zannedilen “Ölü Aşıklar (Das Verstorbene Liebespaar/ yklş 1470)” adlı anonim eser aynı Danse Macabre gibi “Memento Mori (Ölümlü olduğunu hatırla)” mottosunu hatırlatır nitelikte.

XIR97190Modern zombi filmlerine benzeyen bu resimde, bir çiftin çürüyüp kahverengiye dönmüş derileri sinekler, kurtlar, kökler içinde.

Dinsel metinlerin bire bir temsili amaçlandığında ortaya iç organların saçıldığı bir resmin çıkması beklenen bir şeydir. O yüzden önce öyküye bakalım: Havari Yehuda (Judas), İsa’yı 30 gümüş karşılığında Romalılar’a satar. Çarmıha giden İsa’dan af dilemek için son defa Mesih’i yanağından öper. Yaptığı ihanetin getirdiği suçluluk duygusuyla umutsuzluğa kapılır, sonunda dayanamayarak kendini asar. Eski inanışa göre ölü insanların ruhu ağızlarından çıkmaktadır fakat Yehuda’nın dudakları son öpücük nedeniyle bir lanetle mühürlenmiştir. O yüzden lanetli ruh kendine çıkacak alternatif bir yol bulur. Giovanni Canavesio “Yehuda’nın İntiharı (The Hanging of Judas, 1491-92)” eserinde bu sahneyi aktarmıştır.

rk6Asılan bir adamın tipik ifadesi, Yahuda’nın cesedi betimlenmiş. Havarinin ruhu karnı yararak bağırsakların arasından ait olduğu Şeytan’ın kollarına uçuyor. Şeytan’ın bacakları asındaki yüz, kanları emiyor.

Ortaçağ’da Avrupalılar Gotlar (Ostrogotlar, Vizigotlar)’dan korkarlarmış. Yerli halktan daha iri, daha sarışın ve daha acımasızlarmış. Sadece kıyım için köylere gelir, kültürlerini de getirirlermiş; sivri çatılar, koyu karanlık süslemeler ve acayip yaratıklarıyla Avrupa mimarisini değiştirmekle kalmayıp, sözlüğe ‘Gotik (Got’lara özgü)’ sıfatını da eklemişler. O nedenle Ortaçağ’a hâkim olan Gotik sanattan verilen örnekler, Güney Avrupa’nın sıcakkanlı ülkelerinden çok Kuzey Avrupa’dan çıkmıştır. Rönesans’ın Kuzeyli temsilcileri bu Gotik etkiyi üzerilerinden atamamışlar ve eserlerinde hayal gücünün sınırlarını zorlayan grotesk yaratıklara yer vermişler.

Flaman ressam Hieronymus Bosch, Rönesansın kuzeyli temsilcisi olduğu halde resimlerinde antik korku objeleri görülür. Çok ünlü ‘Dünyevi Zevkler Bahçesi (The Garden of Earthly Delights) Triptiği’nin (1490- 1510) ‘Cehennem’ bölümüne göz gezdirdiğimizde korkunç bir kâbusun etkisiyle sarsılırız.

rk7.jpg

Tablonun üst bölgesine bir yandan Gotik, diğer yandan Romantik olarak nitelendirebileceğimiz karanlık bir manzara yerleştirilmiş. Cehennemde acı çekenler karınca ordusu gibi görünmekte. Resmin ortasında, resme hâkim olan beyaz figür bir ağaç adam. Şapkasının üzerinde bir yaratık durmakta. Sağda tahtına kurulmuş mavi renkli Şeytan, kuş-balık karışımı ağzına anüsünden kırlangıçlar çıkan bir adamı tıkmakta. Yuttuklarını biraz sonra içine dışkılanan ve kusulan bir deliğe çıkaracaktır. Yumurtalar, kuşlar, kesici aletler, dikenler ve dallar arasında çıplak bedenlerin her biri için başka öyküler bulunabilir. Aynaya bakarak kendi güzelliğine hayran kalan ve siyah bir gölge tarafından baştan çıkarılan kendini beğenmiş kadın aslında bir iblise bakmakta. Hemen önünde bir adamın gırtlağı iki köpek tarafından parçalanmaktadır. Veba-doktorlarını andıran mavi yaratıklar, iblisler kilise çanı çalmakta; çanın tokmağı bir insandır. Sahnenin Aşağısında kırmızı mantolu bir iblis, uzun ve dikenli diliyle, bir adamın kalçalarındaki notalar üzerinde solfej çalışmakta; resmin en ön perspektifinde sağda bir adam bir domuz-rahibenin tacizine uğramış. Her şey birbiri içine girmiş ve korkan, şaşıran, şoka giren ve acıyla yüzünü kapatan insanların çıplak vücutları adeta bir yumak oluşturmuş durumda.

Reform döneminde din adamlarına karşı saldırgan ve rahatsız edici içeriklere sahip resimler, gravürler ve metinler üretilmiş. Genellikle Papa’nın kendisi olmak üzere tüm rahipler Şeytan’la anlaşma yaparken ya da Şeytan’ın kendisi olarak resmedilmişler. Ya da 1500’lerden kalma bu anonim kitap baskısındaki gibi “skatolojik” sahnelerle taçlandırılmışlardır.

rk8Burada rahip kılığındaki Şeytan yuttuğu bedenleri “insan dışkıya” çeviriyor. Katolik din adamlarının Şeytan’ın dışkısı şeklinde yorumlandığı gösterilmiş.

Alman ressam Albrecht Dürer’de de bu gotik unsurlara çokça rastlanır. 1498 tarihli ‘Resimlerle Kıyamet (Apocalypsis cum Figuris)’ adlı 15 tahta baskı serisinin iki örneğinde; dini konuları işlerken döneminin endişe ve korkularını yansıttığı gözden kaçmaz. Dönemin sıradan insanı, ekinlerini etkileyecek bir kıtlıktan, eve ekmek girmemesinden, hayvanlarının kırılması ve sütün yeterli olmamasından endişe eder, yeni doğanları alacak hastalıklardan, kapılarını mühürleyecek salgınlardan korkardı. Kendilerinden habersiz çıkan bir savaşın ortasında kalmaktan, yağma ve tecavüzden kaçınırlardı. Ve en korktukları şey ölümdü. ‘Mahşerin Dört Atlısı’ adlı baskısında ölüm anlatılmış. Atların ayakları altında kalan insanların dehşetinden kaynaklanan karamsarlık duygusunu, resmin üstünde yer alan melek ve bulutların arasından akan ilahi ışık bile dağıtamıyor. ‘Babil’in Fahişesi’

rk9 rk10

Gravürde, İncil’den bir sahneyi betimlerken yine rahatsız edici bir kompozisyon sunmuş Dürer.

rk111513 tarihli ‘Şövalye, Ölüm ve Şeytan (Ritter, Tod und Teufel)’ adlı en ünlü gravürü ise, birkaç yüzyıl sonra karşımıza çıksaydı hiç çekinmeden Sembolist diye niteleyebileceğimiz karanlık ve iç karartıcı bir atmosfere sahip.

Erken Rönesans’da Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in yakın arkadaşı olan Alman Reformist Lucas Cranach’ın ‘Kurtadam (Werwolf, 1512)’ adlı tahta baskısı modern likantrofi kavramını yaratmış.rk12

Bu kompozisyonda gözü dönmüş bir yamyamın fakir bir köy evine yaşattığı dehşetle irkiliriz.

Görsel sanatlarda çokça kullanılan bir tema olan San Antuan’ın Çilesi (Ayartılması) (ya da Günah’a Çağrı), Dali de dâhil olmak üzere birçok ressam tarafından işlenmiştir. Alman ressam Matthias Grünewald’ın aynı adlı (The Temptation of St. Anthony) 1510-1515 tarihli sunak arkalığında en korkuncunu görürüz.

rk13

rk14

İki kapaklı bu eserde ilk bölüm herhangi bir gerilim taşımazken, Mısır çöllerinde çeşitli iblislerin tacizine uğrayan azizin resmedildiği ikinci bölüm tüyler ürperticidir.

Grünewald’ın şeytanları Hieronymus Bosch’unkilerden de, Bruegel’inkilerden de daha gerçekçidir. San Antuan burada saçlarından çekilerek yerlerde sürükleniyor ve sopalarla dövülüyor. Sol alt köşede kurbağa bacaklı bir cadının karnındaki fazladan meme ucu (cadılık alametidir) dikkat çekiyor. Alt planda bir yaratık azizin elini kemirirken, kuş benzeri yaratıklar, amorf bir şekilde birbiriyle kaynaşmış ucubeler kitlesi.

Eski ve Yeni Ahit’te Şeytan ve iblislerden bahsedilmesine rağmen nasıl göründüklerine dair ayrıntılı bir açıklama yok. Örneğin melekler söz konusu olduğunda ‘kanatlı bir varlığın’ betimlenmesinde görsel seçenekler sınırlıyken, şeytani varlıkların tasarımı tamamen ressamın hayal gücüne dayanmakta. Her ressam doğaçlama yapabileceği alanlarda eser vermek isteyeceğinden çeşitli korkunç varlıkların resimlerde yer alması olağan. Eski Roma’da yaşamış olan Sicilyalı Agatha bekâretini Tanrı’ya adamış inançlı bir Hristiyan, zengin ve soylu bir hanım. Aşağı tabakadan gelen Romalı kaymakam Quintianus’un aşk teklifini inançları dolayısıyla reddeder. Refüze edilmenin intikamını almaya niyetlenen Quintianus, kadına işkence ederek onu bir geneleve satar, puta tapmasını emreder. Fakat genç kız çektiği acılara rağmen dininden dönmez. Bunun üzerine canlı canlı göğüsleri kesilerek şehit edilir. Daha sonra azizelik statüsüne erişen Agatha’nın kaderi birçok ressamın eserine konu olmuştur.rk15

‘Goya’nın hayaletleri’ kitabı ve filminde anlatılanlarda benzer konuları içerir; 1700’lerin sonu İspanyasında sanat eğitimi alan genç ve güzel kız Inés te yaşlı bir rahibin aşkını reddeder. Engizisyon Mahkemesi ve bu mahkemenin kararlarına gizliden gizliye etkide bulunan rahip Lorenzo tarafından genç kız ahlaksızlık ve toplum değerlerine karşı gelmekle suçlanır,  kaçırılır, hapsedilir, aç bırakılır, işkence ve tecavüz edilir. Saray ressamı Goya, Inés’in bağışlanması için büyük bir savaş verir ancak 20 yıl sonra Fransızlar Engizisyonu kaldırıp mahkûmlar serbest bırakılınca, rahiple hesaplaşabilir.

Sanat tarihinde bilinmeyen Alman ressam, Macar asilzadesi ve süvarisi olan Gregor Baci tarafından gerçekleştirilmiş bir portre. 1550 tarihinde yapıldığı düşünülen bu grotesk eserderk17kimine göre bir mızrak turnuvası sırasında kimine göre Türklere karşı savaşırken sağ gözünden giren ve ensesinden çıkan mızrakla yaralanmış. Sağlam gözün, kafa içinde artan basınç nedeniyle dışarıya uğraması ve kanaması bir dehşet gösterisiyle işlenmiştir.

Pieter Bruegel‘in 1562 tarihli tablosu Ölüm’ün Zaferi (The Triumph of Death), “danse macabre”nin izinden giden ayrıntılarla doludur.rk19.jpg

Bir istila, bir salgın halinde, iskelet ordusu tuvalin her yerindedir. Kır toplantısı yapmakta olan tasadan uzak kibar hanım ve beylerin üzerine kâbus gibi iniyor. Sağ alt köşede iki âşık, serenatlarına devam etmekte ancak çalgıcının değiştiğinin farkında değiller. Bir soytarı korkuyla tavla masasının altına saklanmaya çalışırken cesur bir şövalye kılıcını çekiyor. Ölüm iskelet atın üzerinde tırpanını sallıyor. Tüm canlılar karanlık bir hücreye tıkılırken arkada iskeletler ellerindeki ağlarla göldeki bedenleri avlıyor. Kadınlar kemikten bedenlerin tacizine uğruyor. Sağ alt plandaki kral çaresiz, fıçılarda altın sikkeler artık değersiz. Aç bir köpek, ölü bir bebeğin yüzünü koklamakta. Bu kargaşanın tek kazananı var; sol üst köşedeki iskeletler ölüm çanlarını çalarak zaferlerini tüm dünyaya ilan ediyorlar.

Marco d’Agrate’nin 1562 tarihli “Derisi Yüzülmüş Aziz Bartholomew (St. Bartholomew Flayed)” heykeli ilk bakıldığında anatomik olarak kusursuz bir adam tasviri veriyor.

rk20 Kaslar ve tendonlar ayrıntılı oyulmuş. Sırtındaki kumaş parçası azizin kendi derisi. Canlı canlı derisi yüzülerek şehit edilen Aziz Bartholomew’un bu heykeli akla benzer şekilde derisi yüzülen insanların olduğu işkence sineması örneklerini getiriyor. ‘Din Şehitleri ‘

Tours’da Protestanların Katolikler tarafından topluca katledilmesi, Jean Perrissin ve Jacques Tortorel; ağaç üstüne oyma bir baskı. (Paris, Milli Kütüphane, Baskı Bölümü) Temsil edilen olayın “gerçek resmi sıfatıyla olsun, partizanca çıkarlara hizmet eden oyma-baskı resim/estampe, Fransa’daki din savaşlarını (1562-1598) konu alan ‘savaş edebiyat’ına görsel malzemeyle katkıda bulunmuş eserlerdir.

Alman heykeltraş Leonhard Kern’in ‘Kadın Yamyam (Menschenfresserin, 1650)’ adlı fildişi rk25billosunda bir anne. ayaklarının yanında uzanan bebeğinin gözleri önünde eline geçirdiği bir bacağı ürpertici bir yüzle ısırmakta.

Hollanda’nın Altın Çağı temsilcilerinden Cornelis van Haarlem Barok tablosunda bir öyküyü işlemiş: ‘Bir Ejderha Tarafından Parçalanan Kadmos’un İki Takipçisi (Two Followers of Cadmus Devoured by a Dragon, 1588)’

rk22

Öykü şöyledir: Ovidius’un ‘Metamorphoses‘ adlı yapıtında adı geçen efsanevi Kadmos (Cadmus) Yunan Mitolojisi’nde Thebai kentinin kurucusudur. Efsaneye göre, Delfi kâhinleri Kadmos’a, bir ineği izlemesini ve onun ilk çöktüğü yerde bir kent kurmasını söyler. Kadmos bunu yapar, ileride inancına bağlanacak insanların olduğu topraklara gelince, yorgunluktan yığılan ineği kurban eder. Tebaasını o civardaki bir kuyudan su getirmeye gönderir. Fakat kuyu Ares’e aittir ve bir ejderha tarafından korunmaktadır ki bu ejderha savaş tanrısının oğludur. Tebaası bu ejderha tarafından parçalanan Kadmos ejderhayla savaşır ve onu öldürür. Athena’nın önerisine uyarak öldürdüğü ejderhanın dişlerini toprağa gömer ve gömdüğü topraktan baştan aşağıya savaş kıyafetlerine bürünmüş silahlı adamlar çıkar. Bu savaşçılar birbirleriyle ölümüne dövüşür ve geriye kalan savaşçılarla Thebai’yi kurar. Resim sanatında görmeye pek alışık olmadığımız “gore” ile karşılaşıyoruz burada. Ejderha pembe etleri pençeleriyle kanatıyor, bir kurbanının kurtulma çabalarını boşa çıkararak yüzünü parçalıyor. Önde, yerde duran kesik bir başın boyun kısmından soluk borusu sarkıyor. Tüm figürler bir yumak gibi birbirlerine sarılmış durumdalar ve kompozisyonda fazla kan var. Sol arka tarafta bu ejderhanın Kadmos tarafından öldürüldüğü görülür.

Hollanda’nın altın çağından gelen bir ressam Jan de Baen: rk23

Aslında Barok ressamlar coşkulu, mutlu eserler verirler. Fakat dehşet duygusu dönemlerden bağımsız bir şekilde sanatçının dehasına yer etmiş olduğundan Jan de Baen’in ‘Witt Kardeşlerin Cesetleri (De lijken van de gebroeders de Witt, 1672-1675)’ adlı yağlıboya tablosu tarihi bir vakayı ele alırken şiddetin dozunu artırmakta sakınca görmemiş. Bir linç olayını resmetmiş; öyküye göre, politikacı Johan de Witt ve kardeşi Cornelis de Witt, sahte bir görev nedeniyle şehir dışında olan muhafızların yokluğunu fırsat bilen ayaktakımı ve mafya tarafından hapishanelerinden dışarıya sürüklenirler ve iskele kenarında öldürülürler. Cesetlerin el ve ayak parmaklarının yanında birçok uzvu kesilir. İç organları isyancılar tarafından (kimine göre önce pişirilerek) yenir. Cornelis de Witt’in kalbi, elebaşlarından biri olan gümüşçü Hendrik Verhoeff tarafından uzun yıllar boyunca sergilenir. Bu korkunç olayı anlatan resme döndüğümüzde kasap dükkânlarında çengelde asılı olan et kitlelerine benzeyen iki cesetle karşılaşırız. Tablonun ön planında alt tarafta, elinde bir meşaleyle keşfe çıkan ve gördüğü manzarayla midesi bulanan adamın ışığında, karanlık bir fonun üzerinde parlayan beyaz etlerin kontrastı dramatik etkiyi artırıyor. Baş aşağı asılan bedenlerdeki organ eksiklikleri tarihi gerçeklere dayanıyor. Akan kan nedeniyle yüzlerin tanınmaz hale gelmesi tabloyu bir portre olmaktan ziyade başka yerlere taşıyor.

 

Richard Verstegan, 0xford’da öğrenim görmüş ve Katolik eserlerin yayımlanmasına katılmakla suçlanınca 1582’de Paris’e sığınmak zorunda kalmış bir bilgin ve sanatçı. Anvers’te yayımlanmış olan Le Theâtre des Cruautes des Heretiques de nötre Temps (Zamanımız Sapkınlarının Mezaliminin Sahnesi) adlı eseri, Huguenot’lar tarafından işlenen cinayetleri anlatır:

content 158-677a7d179d 148-da4974ecd2

138-dfe413215e

104-b3d3b118e6

-rahip kulaklarından yapılma bir kolye takmış bir Hugu- enot kumandanı,

-burnu ve kulakları kesilen rahiplerden, karnı yarılmış ve iç organları -atları beslemek için- arpayla karıştırılmış bir rahip, toplu idamlar, katledilenlerin denize dökülen cesetleri, piskoposun kuyusuna atılan Nimes’li Katoliklerin Protestanlar tarafından topluca katledilmesi 28 resimle işlenmiş ve anlatılmış çapla işi baskı. (Paris, Milli Kütüphane, Baskı Bölümü)

Din adına yaşananların, ressamlar nasıl etkilediği resimlerde görüldüğü gibi açık. Bu zaman sürecindeki görsel sanat eserleri dini temalardan beslenmiş. Toplumumuzda Put ve benzeri şeylere bir daha dönülüp ibadet edilmesin diye put ve ona yol açan her sûret ve resim yasaklanmıştır.  Halı, kilim, kumaş ve derilerdeki işlemelerle, kullanılan günlük eşya ve silahların yüzeylerindeki motifler bezeme ve hat sanatları gelişmiş çok sonraları minyatürlerde insan resmedilerek önemli olaylar aktarılmıştır. 1960 yılında Selanik doğumlu Türk ressam ve yazar Malik Aksel, başta yazı-resim olmak üzere heterodoks tarikat çevrelerinde üretilen resimler üzerinde araştırma yapmış, dini resimlerin Türk sanat ve kültür tarihimiz açısından önemini fark etmiş ve bu resimleri toplayıp geniş bir koleksiyon oluşturmuştu. Daha sonra bu koleksiyonu ‘Türklerde Dini Resimler’ ismiyle kitaplaştırmıştır.

kGeleneksel çizgide ilerleyen Türk Resim Sanatı; 18.yüzyıldan itibaren belirginleşmeye başlayan batılılaşma hareketlerinin sonucunda bir sonraki yüzyılda batı sanatının seyrine girmiştir.

“Din savaşları tarihinde Urs von Balthasar gibi ilahiyatçılar dışında, güzelliğe pek az itibar gösterilmiş. Hatta dünyanın güzelliğine bile. ‘Canlılar yelpazesi’nin açılışı onu takdir etmemize yardım edebilir. İnsanları düşünmeye kışkırtmak, aynı zamanda daha uyanık kılmak da…” Neden nasıl düşünürüz – Metis Yayınları

Resim1 JEAN-PIERRE CHANG EUX (d. 1936) Fransız sinir biyoloğu, PAUL RICOEUR (1913- 2005 Fransız filozof, tarihçi.

Tarihin neresine baksak, mutlaka dünyanın bir yerinde, özgün bir inanç veya mistik ya da okült bir yaşam biçimi karşımıza çıkacak mutlaka. Bu tür grupların ana ilkesi kardeşliktir.

http://www.hurriyet.com.tr/nemrutun-muthis-oykusu-11530739v

Richard Dawkins’in popülerize ettiği-halkın anlayacağı dilde açıkladığı- gen merkezli evrim kuramına dikkat çeken, gen-kültür ortak evrim kuramını ortaya atan sosyobiyolog bilim adamı Edward Wilson, dünyayı dinlerin ve ideolojilerin mahvettiğini savunur. “Silah seslerinin geldiği yerden uzak durun”, “bilgiyi arama genlerimizde var, hurafelere inanmayın, insanlığın ilerlemesi için dinler ortadan kalkmalı”, “Dinlerin dünyaya zarar verdiğini görmek için ateist olmanız gerekmiyor.” der. (Ateizm, agnostizm, deizm, panteizm, materyalizm nedir?)

Genlerin epigenez kurallarıyla (epigenez: canlı DNA sının üzerine kotlanmış kökenden gelen-oluşmuş gelen bilginin kalıtımsal aktarımıdır.) kültürü etkilediği, kültürün doğal seleksiyonla gen seçilimini sağladığını göstermiş bir bilgin. Bitkilerle yapılan bir çalışma aşağıdaki sonuçları ortaya koymuştur: Strese maruz kalan bitkiler, gen ifadelerini değiştirerek, değişen ortama adaptasyon sağlamışlar, yeni bir dış yapı ortaya çıkarmışlar. Yeni fenotipe sahip bitkiler, stres ortamından uzaklaştırılmalarına rağmen, dört nesil boyunca bu adaptasyonu korumuşlar. Yani stresten ortaya çıkan değişiklikler 4 sonraki nesile kadar aktarılmış. Strese maruz kalmanın hafızası mevcut ve de bu hafıza aktarılabilmekte.

Japon bilim adamı, tıp doktoru Masaru Emoto, Berlin teknik Üniversitesi’nde verdiği konferansta su kristallerinin nasıl farklı şekillerde davrandığını göstererek suyun sadece hafızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, aynı zamanda kâinatın dilini ve gerçek sevgi titreşimini de yansıttığını ispatlamış. On iki yıl süren çalışmaları ve yaptığı on binlerce deney neticesinde, suyun sadece iyi ve kötü bilgileri, müzik ve sözleri değil, hisleri ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkarmış. Kitabında: ”Su cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.” der. Emoto’nun fotoğrafları düşüncenin ne denli bir enerji gücüne sahip olduğunun somut bir örneğidir.

https://www.youtube.com/watch?v=ra-VraoX2KI

[Epigenetik biliminde bugün; ontoloji, embriyoloji, sağlık bilimi, metabolizma, karmaşık hastalıklar, biyopsikoloji vb. ile ilgilenen bilim insanları tarafından, bu konularla içiçe çalışılmaktadır.“Enformatik gelişimin epigenez kuralları, düğümlerin nasıl yaratıldığını ve semantik ağlar (dolayısıyla kültür) oluşturacak şekilde nasıl birleştiğini belirler. Bu fizyolojik süreçler, evredeki uyarmaların sıkı bir süzgeçten geçirilmesini dayatır ve bunun ardından gelen her algı basamağını değiştirir; kısa vadeli bellek ve uzun vadeli bellekten hatırlamaya, hissetmeye, derin düşünmeye ve karar vermeye kadar.” (Edward O. Wilson, In Search of Nature, 1996) düşünce enerjisinin bilgileri de eşzamanlı olarak morfik enerji alanlarına ışınlanır. Böylece düşüncenin enformasyonu/derlenmiş bilgi parçacıkları sırasıyla, bilgileri taşıyan epigenez alandan ve kütle çekimi etkisinde olan kuantum alandan elektromanyetik potansiyel alana filtre edilerek evrenin tüm bilgilerini taşıyan kozmos’un foton örüntülerine gönderilir. Her düşünce, bir yandan fiziksel bedenin beynine yönlendirilirken, diğer yandan da evrenin geçmiş ve gelecek tüm bilgilerini tek bir holografik sistem için barındıran tanrısal sistemin belleğine kayıt edilir. Düşüncenin çift yönlü hareketinin amacı, arzunun aksiyomunu, yani doğruluğu ispatsız olarak kabul edilen bir önermeyi hem fiziksel bedende, hem de tanrısal sistem içinde gerçekleştirebilmektedir. Bu amaç da düşünceyi gerçeğe dönüştürebilmektir. Düşünme etkinliği fiziksel taban olmaksızın işlemez. Ama onu kurmak için, gayet kurgulanmış bir nörofızyolojiyle ilişki halinde yine kurgulanmış bir ruhsallığa başvuruluyor. Nörofizyolojik olan zaten ancak kurgulanmış olabilir; önceden var ve doğal saydığımız ruhsal olan da aslında kurulmuştur, kuruluşu da tümel insan deneyiminin parçalanması ve yoksullaştırılmasıyla gerçekleşir. Zira böyle bir deneyim ancak bu şekilde bilimsel incelemeye konu olup nörofizyolojik olanla bağıntılandırılabilir. Bilimin yolu bu; ama ruhsal olanı kurgularken aslında bu alanda ne yaptığımızı da bilmemiz gerekir.

https://embed.ted.com/talks/lang/tr/e_o_wilson_advice_to_young_scientists

 

Günümüzde metafizik yargıları savunan filozof kalmadı ve bilimsel felsefi görüş methodsal naturalizm/doğacı olarak kabul ediliyor. Yine de bilim ötesi, bilimin açıklayamadığı şeylere inançla katkıda bulunmaktadır. On altıncı yüzyıldan başlayıp önce İngiliz Aydınlanmasının Francis Bacon, Hobbes, Locke ve Hume gibi filozoflarıyla Fransız Aydınlanmasının Voltaire ve Rousseau benzeri düşünürleri tarafından ortaya konan natüralizm, doğanın gerçekliğin tamamı ya da tümü olduğu kabulüne dayanır. Doğanın var olan her şeyi ihtiva ettiğini, bütün varlıkları açıklamak açısından yeterli olduğunu savunur. Bunun insan varlığı için de geçerli olduğunu, insanın doğaüstü bir boyutu olmayıp tüm boyutlarıyla doğal bir varlık olduğunu, duyular aracılığıyla anladığımız, deneye dayalı yoldan kavradığımız doğadaki tüm süreçlerle doğal gelişmelerin aşamalı bir biçimde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu yüzden eğitim felsefesinde; doğa yasalarına uygun olarak hayata geçirilmesi gerektiğini savunur. Natüralist eğitim felsefesi bundan dolayı eğitim kuramı olarak ilerlemeciliği veya progresivizmi ve belli bir gelişme teorisini temele alır. Natüralist eğitim felsefecileri eğitim alanında salt söze ve ezbere dayalı bir eğitime, doğaüstücülüğe ve beyin yıkamaya şiddetle karşı çıkan reformcular olarak görülürler. Öğretmen ya da konu merkezli bir eğitimden ziyade, öğrenci merkezli bir eğitim anlayışını savunurlar. Bu ise natüralist eğitim felsefesinde en temel ve önemli amacın, modern dünyayı, gelenekten veya geçmişten bağımsız olarak bütün yönleriyle kurup şekillendirecek olan bireyin yetiştirilmesi veya kendisini gerçekleştirmesinin sağlanması olduğu anlamına gelir.

Ahlak felsefesi alanında Naturalizm, tabiata ve tabiat bilimlerine uygun yaşamak ve hareket etmek ahlâkilikle eş anlamlıdır. Doğru eylemin ölçütünün duygu sahibi varlıkların mutlu olması, ya da bir birey, grup veya türün kendi kendini koruması gibi doğal dünyanın deneysel bir yönü olduğu görüşünü temellendirmek amacındadır.

İslâm filozofları arasında da naturalist düşünürler çıkmıştır. Bunlar deney ve tümevarım metodunu kullanmakla İslam’ın ilk emprist filozoflarını teşkil ederler; bilginin yalnız duyulara dayandığını ileri sürerler. Gassandi gibi filozoflar, madde dünyası dışında, Allah’ın ve ruhun varlığını kabul ederler.] Akıl, iyi ile kötüyü, Allah’a ait şeyleri bilmek ve dünya işlerini düzenlemek için yeterlidir; bu nedenle peygamberlere, vahye ve kitap gibi başka rehberlere ihtiyaç yoktur. Din de bir mit’tir. Mit’leri insanlar yaratır ve yayar, taraftar toplar. Topluluklarda kabul gören, görmeyen karşıtlıklar buradan oluşur, ezeli din savaşlarının nedenleri bu yüzdendir.

Kant’ın sınıflamasıyla rasyonel teoloji, ‘rasyonel kozmoloji’ ve ‘rasyonel psikoloji’ kavramları altında Akıllı Tasarım’ın, Dünya’nın ve Ruh’un rasyonel olarak kavranabileceği iddiası, inanç, ilke ve tercihlerin fazla değeri yok denebilir mi? Konusu varlık, ilk neden, Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü, hayatın anlamı, şeylerin ereği, mutluluğun rölatif/varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olup olmaması, nedensellik, zaman-mekân, sonsuzluk, özgürlük, töz, aşkınlık olan alanda “Felsefe ve pozitif bilimlerin temeli metafiziktir.” diyen bir Descartes ile karşılaşmak (yani “düşünüyorum o halde varım”) Kütle olarak VAR olmayan hayat YOK olduğunda yani ölüm geldiğinde de bilime susmak düşer. Hayat yoktur ya da bütün varlıklar, taşlar, hava, su canlıdır gibi bir önermeye cevap olarak verilebilecek bilimsel bir cevap yoktur. Pratik akla dayalı, insanoğlunun insan olmaktan dolayı kendisine ve etrafındakilere sorduğu hemen bütün sorulara ‘rasyonel’ cevaplar yetiştirmeye çalışması demektir. Newton fiziğini, nedenselligi temel alan Kant, yaşamı anlamlandırmak için insanın varlık, sanat ve ahlak gibi konularda rasyonel düşünceler üretmesinin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu düşündüğü için pratik akla dayalı yeni bir metafizik kurmuştur. Her saniye bir evrim, insanlığın geçmiş yaşamlarına bakarak evrim yerine ‘Akıllı Tasarım’ ya da ‘yaratılış’tan gelen diyebilir miyiz?

Kendilerine okültist adını veren giz bilimciler; dünyanın evrensel değerde, kontrollü bir bilinci olduğunu öne sürer. Aslı Mısır’da olan Okültizm; doğa güçlerine karşı veya toplumun diğer etik davranmayan bireylerinin oluşturduğu tehtitlere karşı fiziksel olarak karşı koyamayan bireylerin tek çareyi doğaüstü güçleri kullanmakta bulması sonucu ortaya çıkmış olan bilgiler birikimidir. Kaynaklarını astroloji, simya, fal ve maji’den alır. Maji irade doğrultusunda değişiklik yaratmanın Sanatı ve Bilimidir. En yüce, en mutlak ve en ilahi doğa felsefesinin bilgisidir. Okültizmin üç yasası vardır; tek tanrı fikri, tekâmül ve tekrar doğuş. Bu öğretiyle, insan kendi türünün üyesi olarak doğduğunda, belleğine milyarlarca yıl kazınmıştır ve içgüdüleri miras olarak alır. Hücrelerimizin de bir bilinci vardır, evrenin, doğanın da. Hücrelerimizi oluşturan en küçük yapıtaşına kadar her birimiz bir bütünün parçasıysak, tüm bilgilere sahip, her şeyi kapsayan dev bilinç, zamana, mekâna da sahiptir. Evrenin ötesinde bir şey varsa, o ondanda büyüktür Bu devin adını her insan toplumu, yarattığı kültüre uygun isimlendirir. Parçası olduğumuz o bilinç her şeyi biliyor ve tesadüfü ortadan kaldırıyor, algısı artanın önüne zorunlu rastlantılık olarak görünüp, ortaya çıkıyor. Mucize, icat diye bir şey yok, bir şeyleri bulmuyoruz, yoğunlaştığımızda var olana ulaşıyoruz. Çünkü bilinçlerimiz bağlı, özümüz aynı. Farkında olmadan birbirimizden haberdarız. Örneğin telepatinin bilincinde olsak da olmasak da var olması gibi. Doğa güçleri enerji alanı yaratarak farkındalığı artmış sanatçı ruhları etkiliyor. Sanat tarihinde Cezanne’den etkilenen, ayrı coğrafyalarda yaşayan Picasso ve Braque, eşzamanlı olarak resim alanında aynı şeyleri bulup, Kubizm’i yaratmışlar.

http://www.yardimcikaynaklar.com/kubizm-nedir-dogusu-nasil-olmustur/
http://dspace.trakya.edu.tr:8080/jspui/bitstream/1/1283/1/0083798.pdf

Kırsal alanda yaşayan halı-kilim dokuyan gelin kızlar, kaynanasından şikâyetlerini dile getiremeyince her biri eli belinde motifini yaratmışlar. -Günümüzde, dokuma sanatında sadeleşmiş motifi kullanılır.-

http://www.canertaslaman.com/wp-content/uploads/2017/10/Kafa-Kafaya_Ekim-2017.pdf

 

Modern Çağ – Günümüzde kolektif bilinç:

 Yorgunluk Toplumu ‘Hakikati’ bilmeyen kitlelerin bilinci, vicdanı ve öncüsü olarak kendisini uygar ve modern dünyada konumlamış olan Michel Foucault (Mişel Fuko) ”insan bir kurgudur” der.

Fransız felsefesinin en büyük isimlerinden birisi olarak anılan Michel Foucault, felsefeci, tarihçi, toplumsal teorisyen ve eleştirmen felsefe ile tarihi kaynaştıran çağdaş uygarlığın düşünürüdür. Çalışmalarında özneyi temel almış; iktidar olgusunu öznenin tarih içerisinde ne şekilde nesneleştiğini göstermek adına araç olarak kullanmış. Analizlerinin önemli bölümünü doğrudan devletin ya da devletin düzenlemesinin hâkim olduğu alanlarda; eğitim kurumları, bakımevleri, hapishane, hastane, akıl hastanesi gibi yerlerde yapmış. İnceleme gurupları kurarak ve başında yer alarak bulgularını paylaşmış. Ona göre kurumların ve kalıplaşmış ilişki biçimlerinin arkasında, gizli kontrol mekanizmaları yer almaktadır. Onun “Bilgi güçtür.” sözü, düşüncelerini özetler. [Foucault’ya göre bilgi ve iktidar arasındaki yakın ilişki keşfedilmelidir. Çünkü yerleşik hale gelen fikirler, güçlü söylemler olarak pratiğe aktarılır. Bilgiye ilişkin iddialar aynı zamanda iktidara ilişkin iddialardır (Örneğin tıp alanında) ve bilginin belirli formları kurumlarda uygulandığında, doğrudan iktidar sahibi olur (klinik ya da akıl hastanesi gibi).

Disiplinle ilgili araçlar, (ya da eğitim sistemi gibi aygıtlar) söylemleri geliştirir ve bir söylemin, kimliğimizi ne oranda başarılı bir şekilde şekillendirdiği ve davranışımızı oluşturduğu, bu araçların düzenleyici gücünü gösterir.

“Sınav insanları gözetim altında tutmayı sağlayan ve hiyerarşiyle onları standartlaştıran ceza tekniklerini bir araya getirir. Sınav nesne olanı köleleştirir; köle olanı nesneleştirir. Kendi değerini sınavla belirlemek ‘derebeyine teslim olmak’tan öte bir anlam taşımaz.”

Düşünüre göre “iktidar ilişkileri toplumsal ağlar bütününe kök salmıştır. İktidar ilişkilerinin analizi için birçok noktanın saptanmış olması şarttır. Öncelikle, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmaya olanak tanıyan farklılaştırma sistemi ele alınmalıdır. Farklılaştırma sistemi; hukuksal/geleneksel statüden, ekonomiden, dinden ve kültürden, ustalık ve uzmanlık alanlarından kaynaklanan farklılıklara dayanır. İktidar ilişkileri öznel deneyimlerle (delilik, suçluluk, cinsellik, ölüm vb.) görünür hale gelir. Öznenin, nüfusun yönetilmesi sorunsalında baş aktör olması ile ortaya çıkan ve orta çağ adalet devletinin idari devlete dönüşüm sürecini anlatan yönetimsellik kavramı, iktidar ilişkilerinin bir tür dışavurumudur. Yönetimsellik yolunda bilginin araçlarını kullanan devletin ise güvenlik aygıtları tarafından denetlenen bir topluma karşılık geldiğini söylemek mümkündür.” Foucault, bir olguyu anlayabilmek adına onun tersine bakmak gerektiğini dile getirir: “Örneğin, toplumumuzun aklı başında olmaktan ne anladığını öğrenmek için belki delilik alanında olup bitenleri araştırmamız gerekmektedir. Yasallıktan ne kastedildiğini anlamak için yasadışılık alanında olup bitenleri ve iktidar ilişkilerinin içeriğini anlamak için de, belki direniş biçimleri ile bu ilişkileri ayrıştırmaya yönelik girişimleri araştırmamız gerekmektedir”der. (Foucault, 2014a: 61).

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/150440

Foucault’ya göre, dilimizle bilir ya da görürüz. Çünkü ‘dil’ dışındaki ‘gerçekliği’ asla kavrayamaz ve bilemeyiz. Dil dışında hiçbir şey olmaz. Farklı toplumlar ve farklı tarihi dönemlerin farklı dilleri ve bu nedenle de farklı gerçeklikleri vardır. Bilginin baskın gelen normları ve söylemleri üzerimizde güç denemesi yapar. Çünkü dünya üzerine düşünürken ve böylece onunla ilgili şeyleri ‘bilme’ üzerine kullandığımız dili bize sağlarlar. Bu söylemler bizi inşa eder. Bizim ne olduğumuzu ne düşündüğümüzü belirler, çünkü olaylara anlam kazandırmak için onların kelime dağarcığını kullanırız. -Teorik Bakış dergisi-] Dergide görüş sunan Dainiel Defert’e göre Foucault hakikatin inşa edilişini değiştiren bir düşünürdü, çünkü o güne kadar hakikat hep Tanrılara ya da egemenlere has bir durumken Foucault hakikatin halktan birisi tarafından; örneğin bir çoban tarafından da söylenebileceğine odaklandı. Bununla birlikte Foucault düşüncesi kurucu öznelere değil de kurulan öznelere göre konumlanıyordu; örneğin birisi birisine deli olduğunu söylerse, deli olduğunu duyan kişi deli bir özne olarak kurulur. İşte Foucault özneyi kuranları değil kurulan özneleri görünür yapan bir düşünce sistemiyle ilgilenir ve böylece o iktidarın ürettiği özneleri yeniden kurar.

XII. Ya da XIII. Yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyılın büyük politik oluşumları ve büyük medeni ve ceza kanunlarıyla birlikte XIX. yüzyıl başına kadar süren adli bir çağ yaşanıyor. Bu çağ insanları yasalar, mahkemeler ve adli kurumlar vasıtasıyla yönetebileceğini düşünen bir çağ. Evrensel insanlık yasaları ve kanunlarla insanı yönetebileceğini düşünenlerin gördüğü bir rüyadır. Foucault insanların böyle yönetilemeyeceğini fark ettirse de bu dönemin ‘totaliter olgu’ gibi tehlikeli bir sonucu olduğunu düşünüyor. Yönetme ve adli yapı arasındaki çakışma XIX. yüzyıldan bugüne kadar yönetme de hukuki ve yasal kurumların dışında farklı uygulamalar ortaya çıkarıyor. Psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, beşeri bilimler gibi alanların ceza kurumuna girmesi de bunun sonucu. İnsanı yönetmek aslında birçok kurum ve disiplinin bir biçimleme ve tahakküm mekanizması olarak işlemesine sebep oluyor böylece. Kısacası yönetme adli kurumlarla sağlanamayınca yaşamın her alanına dağılan bir tekniğe dönüşüyor. “Yönetim bir tahakküm hedefiyle insanların kendiliğini ve insanların kendi tutumunu kullanmaya izin veren bir tekniktir.” Düşüncesi genellikle bize sabitlememeyi, kesinlikli fikirler ortaya koymamayı önerir.

Bir söyleşisinde, Size ahlâkımın üç unsurundan bahsedeceğim der Foucault: “İlk olarak bize önerilen şeyleri sorgulamadan kabul etmeyi reddetme; ikinci olarak analiz etmenin ve bilmenin gerekliliği, zira yapmak zorunda olduğumuz hiçbir şey bir bilgi gibi bir düşünce olmaksızın yapılamaz; bu merak ilkesidir. Ve üçüncü olarak yenilik ilkesi, yani önceki hiçbir programdan esinlenmemek ve şimdiye kadar düşünülmemiş, tasarlanmamış, bilinmemiş vs. şeyleri düşüncelerimizin kimi unsurlarında veya davranışlarımızda arama. Yani reddetme, merak, yenilik. Foucault böylece “yaptığı şeyi neden yaptığı” sorusuna cevap vermiş oluyor.  Çünkü o bir dönem öznenin yokluğunu ilan etmiş de bir düşünür ancak onun kendilik ve itiraf tekniği çalışmalarının bir şekilde ‘özgür birey’ ile ilişkili olduğunu düşünen ve onu bu nedenle eleştirenler olduğunu, tutarsız bulunduğunu eklemek gerek. Mesela Peter Dews şöyle eleştirir; “Kendiliğin inşasına dair bir açıklama getirmenin bariz çelişkisi, kendisini inşa edebilmek için öznenin hâli hazırda varolması gerekliliğidir. Nereden geldiği belli olmayan pratiklerin özneyi ‘ürettiğini’ ileri sürmek Foucault’yu kurtarmıyordu.” böyle bir çelişki kabul edilebilir ancak Foucault’nun ‘değerlerim’ dediği duruma aykırı da değil. Çünkü o reddebilen, merak eden ve yeniden bir düşünce ortaya koyabilen bir düşünür. Bu değerlerin öznellikle ilgisi üzerine ise Foucault modern öznenin teorik olarak sahip olduğu ancak bunun pratiğini aktarmaya izni olmadığı bir yerde durduğundan söz ediyor. İktidar kavramını sabitlemez, verili anlamını ters yüz eder. Bu kavramın sadece tek bir yerden uygulanan baskıcı bir sistem olmadığını belirtir. Bu konuya açıklık getirir; iki insan arasında bir ilişki olduğuna dikkat çekerken bu ilişkide iki özne arasında birinin diğerini etkileyeceği veya diğerinin ‘etkileneceği’ ya da olmayı kabul edeceği şekilde ortaya çıkan dengesiz bir ilişki olduğuna da dikkat çeker. Foucault’cu iktidar baskıcı değildir, eşit bir ilişki biçimi de değildir birçok şekle girebilir. Ancak burada altını çizdiği bir nokta var mesela, bir örgütlenme içerisinde birisinin bir başkasını etkileyebilme gücü olabilir ve etkilenen kişi tutum açısından özgür olamaz böylece, isyan edecek birileri olacaktır.

“Hermenötiğin Kökeni” Foucault’nun kendilik konusundaki fikirlerini anlamak, öznenin yorum bilgisinin ne anlama geldiğini kavramak açısından bize yol açan metinlerden.

mhh Kitap_2588988 1393205865 ll indir (2)indir (1)

http://www.kitapso.com/kitaplar/siyasi/7/michel-foucault-deliligin-tarihi.pdf
https://reckitap.files.wordpress.com/2017/11/klinigin-dogusu-tibbi-alginin-arkeolojisi.pdf
http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423877883.pdf

1Düş gücüyle yola çıkan insanın şuurla yani aklıyla, farkındalıkla ilerlediğini birçok düşünürün, bilim adamının savlarını kaynaklardan öğrendik. Gözlerimizi ve zihnimizi açık tutalım, gördüğünüz ve görmek istediklerimizin izinde kaybolmayalım. Bilimin tüm uygulamalarında tek şey teknik yetenek değil, sezgilerle betimlenen varlık ve süreç imgeleriyle kurgulama yeteneği olan hayal gücüdür. “Zekânın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil.” –albert Einstein-  Herkesin fikir ve dünya görüşü farklı, insanları aynılaştıramazsınız. Sizden farklı binlerce yaşam tarzı, binlerce inanış var; vardı ve var olacak. “Bir tek doğru olsaydı aynı konuda yüz tablo yapılmazdı.” –Picasso-

Önemli olan birbirine gösterilen saygı ve topluma sağlanan yarar olacaktır. Hayata bakışta evrensel bir akıla, kardeşlik adına istediğiniz gerçekliğe inanmakta özgürsünüz. Ayrıştırmadan, Mevlana’nın dediği gibi “Gül düşünüp gülistan olalım.“

2 34 0000000411513-1 so

http://www.academia.edu/9346162/Sanat%C4%B1n_%C3%96yk%C3%BCs%C3%BC_-_E._H._Gombrich

[“İnsanın bugünkü yeri, durumu, tümden sarsılmış görünüyor. İnsan, kararsız bir hayat sürmektedir; sanki o bir şey bekliyormuş gibi görünüyor; fakat neyi beklediğini, hatta ne istediğini bilmiyor. O bilinmeyen bir şey bekliyor; tıpkı ‘Godot’yu bekler gibi… Zamanımızdaki insanın bütün çabaları zamandan kazanmak gibi bir amaç üzerinde toplanıyor. Bütün teknik araçlar bu yoldadır. Fakat buna karşın, zamanımızdaki insanın başka çağlarda yaşayan insanlardan daha az zamanı var. Çünkü bugün insan takıldığı çarkla birlikte dönüp duruyor ve hiçbir dinginliğe kavuşmadan cılız varlığını, nedenini sormaya zaman bulamadığı böyle bir çalkantı içinde sürdürmeye” çabalarken kendi aklına dayanma cesaretini çoğu zaman gösteremiyor.

“Felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan kimse, kendi aklına dayanma cesaretini göstermelidir.”

‘Hayır’ diyebilen, kendine verilenle yetinmeyip ‘dünyaya açık olan’ insan, cesaretini bilgiyle beslemelidir. Felsefe bilgisini öğrenmek zorundayız. Filozofları tanıyarak felsefe öğrenebiliriz. Filozoflar, birbirlerini ne kadar eleştirir veya inkâr ederlerse etsinler yok edemezler.

“Bilim ve felsefe dört duvar arasında hapsedilmemeli, problemlerimizi ele almalıdır… Herkese düşen iş, kendi alanında buna çabalamak ve alanının hakiki adamı olmaktır.”Bu çaba için uğraş verecek sizler, kendi sorularınıza farklı yerlerden, farklı zamanlardan sorular ekleyeceksiniz.

“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır.”-Ahmet Hamdi Tanpınar-

“Bu sabah uyandım, kalktım, yüzümü yıkadım ve ansızın öyle geldi ki bana, bu dünyada her şeyin anlamı açık benim için! Ve nasıl yaşamam gerektiğini biliyorum… İnsan kim olursa olsun, emek harcamalı, ter dökmelidir: ve yaşamın anlamı, amacı, mutluluğu ve coşkusu sadece bundadır…”(1)

“Benim tanıdığım plastik sanatlar mensuplarının hemen tümüne yakın bölümü ömürlerinde hiç kitap okumadılar. Gelişmek için de hiçbir çaba harcamadılar. Hoca olanlar bu özelliklerini öğrencilerine de aşıladılar. Ama bunun yarattığı gizlenemez eksiklikleri sürekli olarak; üstün yetenekli, başarılı, en iyi bilen ve en büyük rolünü oynayarak kapatmak istediler.”(2)

“Çalışmak gerekir, çalışmak. Emeğin ne olduğunu bilmediğimiz için mutsuzuz böyle, yaşam böylesine karanlık görünüyor bize. Bizler çalışmayı hor gören insanlardan doğduk.”(3)

      “Çalışkan olmak elvermez – karıncalar da çalışkandır. Ne için çalışıyorsun, amacın ne, onu söyle!”(4)  

                                                                                                                                                                  Kendi alanımızın hakiki adamı olmak.

1ve 3. (Üç Kızkardeş’den İrena) 2. Özdemir Altan 4. Henry Davit Thoreau
                                           http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/dersbelgeligi/dersbelgeyazilari/index.html ]